Biyolojik açidan diger canlilardan farkli olmayan insanoglunun temel niteliklerinden birisi dünya-içeriligidir. Bu yetisi ile, nesneleri simgesel olarak dönüstürür ve dis dünyayi bir bilinç varligi haline getirerek, bir evren tasarimina yönelir. Bu durumda ise iki gerçekligin içinde yasar. Birisi fiziksel gerçeklik digeri de kültürel gerçekliktir. Bu nedenle insan, organik yasamin sinirlarini asan bir canli olarak, farkli bir varlik alanina açilir. Iste bu noktada da varolusunun özünü, yarattigi bu kültürel evrenin içerisinde kurar ve tanri kavramini orada bulur. Sonuç olarak olusturdugu bu "simgeler evreni" içerisinde zihinsel edinimlerde bulunan insan, inandigini bilir, bildigine de inanir. Bu durum ilk bakista bir paradoks olarak gözükebilir ancak unutulmamalidir ki inanç "anlamak için inaniyorum" diyebilen Agustinus gibi birçok düsünüre göre bilmenin baslangicini olusturan ilk basamaktir. Öyleyse inançla bilgiyi arayan insan hem nesnel hem de simgesel evrenindeki yolculugunda bilgiyi anlamaya çalismis, ona ulasmak istemistir. Iste bu bilgi arayisi da felsefi düsüncenin ortaya çikmasina uygun zemini hazirlamistir.
Bilgelik sevgisi anlamina gelen "philosophie" Yunanca bir kelimedir ve insanin hakikate ulasmak için çaba göstermesi anlamina gelmektedir. Felsefenin bu metafizik disiplinin yaninda, öteden beri, bir de "ahlak" disiplini bulunur. Metafizik varolani bilmek ister. Ahlak ise olani degil olmasi gerekeni arastirir. Kisaca söyle de denilebilir: Evrenin kaynagini bilmek isteyen teorik felsefenin yaninda, bir de insanin yürüyecegi yolu gösteren pratik felsefe yani ahlak vardir. Ancak felsefenin iki ana prensibi olan metafizik ve ahlakin yaninda bir üçüncü disiplini daha bulunmaktadir: bu da "Mantik" tir. Mantik dogru olan bilginin bilimidir. Metafizik ve ahlakta dahil her bilgi mutlaka hakikate ulasmak ister ve her bilim sürekli olarak dogru bilginin pesindedir. Burada ise kaçinilmaz bir sekilde "hakikat nedir ve nasil elde ederiz" problemi ortaya çikmaktadir. Iste felsefede, sözü edilen bu ana problemlerden olusan bir dokumaya benzemektedir.
Ilk felsefi yaklasimlar Brahma dininin Rigveda denilen en eski bölümlerinde bile karsimiza çikmaktadir. Rigveda da "Tanrilar ve insanlar yokken bu evrende acaba ne vardi" sorusu sorulmaktadir. Bu türden düsünceler ilk felsefi açiklamalar olarak kabul edilebilir. Fakat felsefe nerede ve ne zaman baslamistir sorusunun cevabi esasinda felsefenin kurallarindan dolayi belki de söyle verilebilir: "Insan nerede kendi düsüncesiyle dogmalara karsi bir reaksiyon göstermis ve inancin disina çikmak gereksinimini duymussa, o anda orada felsefi düsünce, saf ve gerçek anlamda baslamis olur" Iste bu yüzden insanligin bilinen kültür tarihinin baslangicini olusturan Sümer, Misir ve Hint felsefeleri kendini hiçbir zaman dogmalardan soyutlayamamis ve bir tür rahip felsefeleri olarak kalmistir. Kendisini bu anlamda soyutlayarak tamamen bilimsel bir biçimde gelisebilen ilk felsefe ise, Misirdan geometriyi, babilden astronomiyi almis oldugu gibi ussal düsünce tarihinin öncesinden etkilenmis olmasina ragmen, yine de eski "Yunan" felsefesidir denilebilir.
Iste bu Çaglarda yasayan ve bir din yenilikçisi olarak taninan Ksenofanes (M.Ö.575-490), daha 100 yil geçmeden kökleri Homer ve Hesiod'a kadar inen antik Ege Mitolojisinin tanri kavrami ile savasir ve Tanrilarin insanlastirildigini söyler. Bir yazisinda Homer'den sikayet bile eder. Çünkü Homer tanrilara insanlarin çirkin ve kötü davranislarini yüklemistir. Ksenofanes Tanri kavramina ahlaki bir temel kazandirmak ister. Ayrica o tanrilarin insan biçiminde tasarlanmasina da karsidir. Ona göre Tanri birdir, her seyi görür, her seyi isitir, degismez, ölümsüzdür ve soyut gücü ile evrendeki tüm davranislari ve degisimleri düzenler. Ksenofanes bu düsünceleri ile daha sonralari Eflatun ve Aristo'daki tanri kavraminin da hazirlayicisi olmustur. Görüldügü gibi Ksenofanes monoteisttir. Ancak ondaki monoteizm Hiristiyanlik ve Müslümanliktan farklidir. Çünkü onun tanri kavrami ayni zamanda panteisttir. Yani tanri bir yaratici olmayip evren ile özdestir, evrene esittir.
Eserlerini özellikle güç anlasilacak biçimde yazan Efesli Heraklit ise ilk kez rastlanan önemli bir düsünüse ulasir. Heraklit, "görünüs evreni" ile "gerçek evren"in birbirinden ayirma gerekliliginden bahseder. Görünüs evreni duyularimizla algiladigimiz evrendir. Bu evrenin gerisinde gizlenen gerçek evren ise ancak akil ile kavranilabilecek bir olgudur. Bu yüzden de ona göre her zaman akla uymali ve duyumlarimizin bizi aldatmasina kendimizi kaptirmamamiz gerekmektedir. Bu evrendeki sonsuz degisimler içinde tek sabit kalan sey, bu degisimleri yöneten yasadir. Heraklitde de panteist yaklasim vardir ancak o Ksenofanes'in aksine, Tanrinin degismeyen sabit bir varlik degil, evrendeki tüm degismelerin düzenleyici yasasi oldugunu savunur.
Ksenofanes'in kurdugu Elea okulunun ünlü temsilcilerinden olan Parmenides ise Heraklit ile ciddi görüs ayriliklarina düsmüstür. Bu durum felsefedeki ilk ve bilinçli görüs çatismasi olarak kabul edilmektedir. Parmenides, evren konusundaki düsüncelerini yalnizca akil yolu ile elde etmeyi deneyen ilk düsünürdür. O felsefe tarihinin ilk rasyonalist filozofudur. Parmenides felsefesinin temeline "Varlik varliktir, yokluk yokluktur" kuramini yerlestirmistir. Ona göre varolmayan bir seye var demeye kalkismak çeliskilidir ve bu konuda Herakliti de açiktan suçlamistir. Aslinda her iki düsünür gerçek evreni akil yolu ile kavradigimiz evren olarak görmüslerdir. Ancak iki evrenden hangisinin gerçek oldugu konusunda birbirlerinden kesinlikle farklidirlar. Parmenides'e göre aldatici olan degisme halinde bulunan evrendir. Degismeyen, sabit duran ve bir olan evren gerçek evrendir. Iste bu "BIR" tanridir yada tanri ile özdestir.
Ikinci dönemin önemli filozoflarindan olan Anaksogoras ise "bir kaostan nasil oldu da bir kozmos olustu" sorusunu sormus ve Evrendeki düzeni olusturan sebepleri arastirmistir. Ona göre nasil bir tas yiginindan ev, bir çamur yiginindan heykel olusamazsa, kaosta kozmosa kendiliginden dönüsemez. Bunun için bir plana göre çalisan yaratici zekaya gereksinim vardir. Anaksagoras evrenin bir tür mimari olarak degerlendirdigi bu güce "Nus" adini vermistir. Ona göre Nus bir tanridir. Yalniz, onun Tanrisi, sadece Evrenin bir mimari ve yapicisi olup, yaraticisi degildir. Nus bir vurus ile evreni olusturmus ve sonra sahneden çekilerek evrenin olusunu kendi haline birakmistir (Deizm). Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüsle veya teolojik yaklasimla açiklayanlarin ilki sayilir. Bu durum ise, evrenin baslangicindan günümüze kadar belli bir amaç dogrultusunda hareket ettigini
kabul etmek demektir.
Demokrit ise teolojik görüsün ziddi bir evren açiklamasinin tipik temsilcisidir. Çok ünlü bir sözü vardir: "Bu evrenden iki seyi kaldirmak gerekir, onlarda amaç ve rastlanti'dir" Demokrit kendisine kadar olan filozoflarin en maddecisi(materyalisti)dir. Çünkü ona göre gerçek, madde olan atomlardan olusur.
Sofistlerde (M.Ö. 500) özellikle insan konusuyla ilgilenmislerdir. Onlara göre simdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarli bir anlayis elde edememistir. Sofistlere göre: "Ne kadar filozof varsa, evrenin yapisi hakkinda o kadar görüs vardir" Sofistlerin en ünlülerinden olan Protagoras daha da ileri gitmis ve "Tanrilar var mi yok mu bilemeyiz" demistir. Onun çok ünlü bir kuralinin oldugu söylenir. "Insan her seyin ölçüsüdür" . Protagoras için tümel bir gerçek yoktur. Olsa olsa her insanin kendisine ait inançlari vardir. O halde her görüsün karsiti olabilir ve hangisinin dogru oldugunu göstermek için tek yol vardir. Bu da karsidakini inandirabilme gücüdür. Iste hitabet bu noktada asil olandir. Nitekim sofistler gramer bilimini ilk kez ortaya koyanlardir.
Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli asamasina ulasmistir. Bundan sonraki felsefe akimlarinin en önemli konusu erdem ve erdemin nitelikleri olmustur. Sokrat temelde dindar bir insandir. O yasamin yüksek bir gücün kontrolünde olduguna saglam bir inanç ve bilinçle inanir. Içinden gelen sese "benim diamon'um" diyerek o kutsal gücün disinda degil içinde oldugunu belirtmistir. Onun mutluluga verdigi cevap kendisiyle gösterebildigi uyumu, erdeme verdigi cevap ise bilgidir. Peki öyleyse "bilgi" nedir. Ona göre bu noktada önemli olan disariyi yani evreni bilmek degil insanin kendi kendini bilmesidir. Belki de bu yüzden Sokratin egitim metodolojisinde ve olusturdugu diyaloglarda nihai bir son yoktur. Sorular sonu olusturur ve sentez kisinin kendisine birakilir. Sokrat'in yolunu takip eden sonraki düsün akimlari da "kendini bil" varsayimini rehber edinmislerdir.
Kendisini Sokratin mantiksal devami sayan Eflatun (Platon M.Ö 427-347)içinse iki evren vardir. Bu iki evren gerçek evrendir. Biri; sürekli var olan ve yok olan, algilanabilen, nesnelerin sürekli degismek zorunda oldugu evren; ötekisi baslangici ve sonu olamayan idelerin ya da ideallerin evreni. Eflatun'a göre bilmek, ideler evrenini ve bu evrende hüküm süren yasalari tanimaktir. Duyular evrenini de ancak ideler evrenine katildigi ölçüde bilmek mümkündür. Eflatundan sonra Yunan felsefesinin klasik dönemindeki ikinci büyük düsünürü olan Aristo (M.Ö 384-322) iki bin yil boyunca bati uygarligina hakim olmus ve dönemin temel görüslerini olusturmustur. Ona göre bilmek, objeleri tek tek tanimak olmayip, bu objeleri bir de "genel bir kavram altinda toplamak" demektir. Eflatunun tersine, Aristo'ya göre genel kavramlar tek objelerin kendisinde gizlidir. Aristo'nun deyimiyle doga yada canli güç "bir mimardir" çünkü doga yaratabilendir. Bu benzetmenin aslinda özel bir anlami da vardir; ki o da mimarin belli bir plan ve amaca göre çalismasindan dolayidir.
Romali Philon (M.Ö 25-M.S.50?) ise Platonun idelerini "Tanrinin ruhunda gizli olan" seklinde yorumlamistir. Philon, Platocu felsefeyle Tanrinin elçisi olan Musa'nin hermetik kökenli ögretisini birlestirmis ve böyle bir denemeyle din ile felsefeyi ayni potada eritmek istemistir (yeni Eflatunculuk). Bu girisim daha sonralari üç semitik din içinde benimsenip irfan yada gnosis ögretisi olarak yer almistir. Hermetik ögretinin Philon sonrasi döneminde Ibrani kabalasi yaziya dökülmüstür. Ayrica bu dönem, Museviligi oldugu kadar Islam Tasavvufunu da derinden etkilemis, özellikle Ibn-Arabi, varlik birligi yada vahdet-i vücut kurami ve yöntemiyle hem
felsefe, hem de tasavvuf da önemli bir etki olusturmustur.
Antik Ege uygarliginin ardindan felsefe, genelde yeni dünya dini Hiristiyanligin etkisi altina girmistir. Bu dönemde felsefenin islevi, dinin dogmalarini temellendirmek ve savunmak olmustur. Antik çagin iki düsünürü Platon ve Aristotelesin düsünceleri bir yandan resmi ideolojiye dönüsürken, diger yandan da ilginç bir sekilde yasaklanmistir. Orta çagdaki bu Skolastik felsefe anlayisi, tek ve asil gerçegin Tanri oldugunu, Dünyanin ise gerçek olmayan bir gölge oldugu savini egemen kilmistir. Dolayisiyla dogmalar, tanrisal düsüncenin mantiksal sonuçlaridir. Bir baska deyisle inanç akilla dogrulanmalidir. Dönemin düsünürlerinden Scottus Eriugena'ya (833-880) göre tanri real töz yani asil gerçekliktir. Olgusal ve evrenseldir. St. Anselmus (1033-1109)'un "Monologion" adli yapitinda Tanri, adalet, iyilik, bilgelik ve mutlulugun kendisidir. Gerçek üstüne (De Veritate) adli yapitinda ise Tanrinin varliginda yogunlastigini ve birlige ulastigini ileri sürmüs, çoklukta tekligin bulundugunu ortaya atmistir. Aquino'lu Thomas'a göre ise Tanrinin düsünceleri en son olgusal nesnelerin kendileridir ve bu durumda Tanri kendinde gerçekliktir. Fakat Thomas'a cevap çok geçmeden Iskoçyali Duns Scotus (1224-1274)'dan gelmistir; "Felsefenin araci olan us, vahiyle gelen Tanri bilgisini dogrulayamaz". Iste bu tutum Tanribilimi'ni yada Teolojiyi bir "bilim" olmaktan çikarmis ve skolastik dönemin kapanisini hazirlamistir. Bu durum ise Tanribilimin ussal verilerle temellendirilme çabalarinin basarisiz kalisinin kabulü anlamina gelmis ve Yeniçag yada Rönesans'in ussal ve bilimsel düsünceyi öne çikardigi dönemin baslamasina neden olmustur.
Bu dönemde Descartes "Kuskulandigim hiç bir sey gerçek degildir, ancak kuskulaniyor olmamdan kuskulanamam, bunun için kusku düsüncemin kaynagidir" diyerek, ilk gerçek düsüncenin "kusku edimi" oldugu sonucuna varmistir (Septizm). Ona göre kusku üzerine kuskulanmak bilinçlenmektir. Bilinçlenmis kusku ise özünde bir elestiridir ve giderek yargilari olusturur. Kant ise kuramsal usun elestirisinde, gerçegin yalnizca fenomenler düzeyinde bilinebilecegi sonucuna varmis ve ancak böyle bir bilginin güvenilir oldugunu ileri sürmüstür. Ona göre bundan ötesi metafiziktir ve inancin konusu olur.
Hegel'de elestirinin elestirisini yapar ve elestiriyi asmak için senteze gitmek gerektigini söyler. Ona göre bir nesneyi bilmek, onun olus süreçlerini, bir kavrami bilmek ise onun kültür süreçlerini bilmektir. Akil ile doga, ya da bilen ile bilinen özdestir, çünkü her ikisi de akildir ve ayni yasalarla devinirler. Iste bu nedenle, aklin dis dünyayi kavramasi aslinda kendini kavramasi, kendini bilmesidir. O halde gerçek ussal olandir ve ussal olan da gerçektir. Bu söylem ise su sonucu dogurur; "Algilarimiz, tasarimlarimiz ve kuramlarimiz nesnel gerçege uygun olduklari oranda hakikat olurlar"
Rönesans'la baslayan teolojiden arinma ugrasisi, Aydinlanma sürecinde felsefenin yeniden kendi bagimsizligini kazanmasiyla sonuçlanmistir. Deistlerle birlikte ortaya çikan sekülerizm ise 16.yy'da Romantik deistlerin elinde dinsel yasamin elestirisine dönüsmüstür. Onlar tanrinin yalniz akil yoluyla bilinebilecegini söylemislerdir. Aydinlanmanin içeriginde "insan nedir" sorusuna verilen yanitlar ise Hümanizm, akilcilik ve evrenselcilik evrelerini ortaya çikartmistir.
Felsefe ile teoloji arasindaki problem, aslinda farkli tasarimlarin sonucunda olusan tanri kavramlarinin çatismasi degildir. Kuralci inanan ile filozofun din üzerine farkli seyler söylemeleri; tanri kavramina farkli bakmalarindan degil, insanin tanri ile iliskisini nasil yapilandiracagina dairdir. Felsefe tanriya aklin yetileri içinde bakmaya çalisir. Kimi zaman bilgiyi anlamak için inanci sorgular, kimi zaman ise bilgiyi sorgulayarak bilinçli bir inanci arzular. Kisacasi özünde felsefe tanriyi istemektedir.
Görülecegi gibi Antik Ege (Grek) felsefesinin temel problemleri bugünde felsefenin temel problemlerini olusturmaktadir. Insan hala bir yandan evren karsisindaki konumunu belirlemeye çalisirken; bir yandan da, kamusal yasam içinde birey olarak varligini tanimlayip, varolusunu anlamlandirmaya çalismaktadir. Referanslari nereden alirsa alsin, kavramlari kuran gene insan zihnidir. Iste bu zihin sorulari sorabilmis olmasina ragmen tüm çaglarda süregelen o arayisina devam etmekte ve yanitlari hala aramaktadir.
Bilgelik sevgisi anlamina gelen "philosophie" Yunanca bir kelimedir ve insanin hakikate ulasmak için çaba göstermesi anlamina gelmektedir. Felsefenin bu metafizik disiplinin yaninda, öteden beri, bir de "ahlak" disiplini bulunur. Metafizik varolani bilmek ister. Ahlak ise olani degil olmasi gerekeni arastirir. Kisaca söyle de denilebilir: Evrenin kaynagini bilmek isteyen teorik felsefenin yaninda, bir de insanin yürüyecegi yolu gösteren pratik felsefe yani ahlak vardir. Ancak felsefenin iki ana prensibi olan metafizik ve ahlakin yaninda bir üçüncü disiplini daha bulunmaktadir: bu da "Mantik" tir. Mantik dogru olan bilginin bilimidir. Metafizik ve ahlakta dahil her bilgi mutlaka hakikate ulasmak ister ve her bilim sürekli olarak dogru bilginin pesindedir. Burada ise kaçinilmaz bir sekilde "hakikat nedir ve nasil elde ederiz" problemi ortaya çikmaktadir. Iste felsefede, sözü edilen bu ana problemlerden olusan bir dokumaya benzemektedir.
Ilk felsefi yaklasimlar Brahma dininin Rigveda denilen en eski bölümlerinde bile karsimiza çikmaktadir. Rigveda da "Tanrilar ve insanlar yokken bu evrende acaba ne vardi" sorusu sorulmaktadir. Bu türden düsünceler ilk felsefi açiklamalar olarak kabul edilebilir. Fakat felsefe nerede ve ne zaman baslamistir sorusunun cevabi esasinda felsefenin kurallarindan dolayi belki de söyle verilebilir: "Insan nerede kendi düsüncesiyle dogmalara karsi bir reaksiyon göstermis ve inancin disina çikmak gereksinimini duymussa, o anda orada felsefi düsünce, saf ve gerçek anlamda baslamis olur" Iste bu yüzden insanligin bilinen kültür tarihinin baslangicini olusturan Sümer, Misir ve Hint felsefeleri kendini hiçbir zaman dogmalardan soyutlayamamis ve bir tür rahip felsefeleri olarak kalmistir. Kendisini bu anlamda soyutlayarak tamamen bilimsel bir biçimde gelisebilen ilk felsefe ise, Misirdan geometriyi, babilden astronomiyi almis oldugu gibi ussal düsünce tarihinin öncesinden etkilenmis olmasina ragmen, yine de eski "Yunan" felsefesidir denilebilir.
Iste bu Çaglarda yasayan ve bir din yenilikçisi olarak taninan Ksenofanes (M.Ö.575-490), daha 100 yil geçmeden kökleri Homer ve Hesiod'a kadar inen antik Ege Mitolojisinin tanri kavrami ile savasir ve Tanrilarin insanlastirildigini söyler. Bir yazisinda Homer'den sikayet bile eder. Çünkü Homer tanrilara insanlarin çirkin ve kötü davranislarini yüklemistir. Ksenofanes Tanri kavramina ahlaki bir temel kazandirmak ister. Ayrica o tanrilarin insan biçiminde tasarlanmasina da karsidir. Ona göre Tanri birdir, her seyi görür, her seyi isitir, degismez, ölümsüzdür ve soyut gücü ile evrendeki tüm davranislari ve degisimleri düzenler. Ksenofanes bu düsünceleri ile daha sonralari Eflatun ve Aristo'daki tanri kavraminin da hazirlayicisi olmustur. Görüldügü gibi Ksenofanes monoteisttir. Ancak ondaki monoteizm Hiristiyanlik ve Müslümanliktan farklidir. Çünkü onun tanri kavrami ayni zamanda panteisttir. Yani tanri bir yaratici olmayip evren ile özdestir, evrene esittir.
Eserlerini özellikle güç anlasilacak biçimde yazan Efesli Heraklit ise ilk kez rastlanan önemli bir düsünüse ulasir. Heraklit, "görünüs evreni" ile "gerçek evren"in birbirinden ayirma gerekliliginden bahseder. Görünüs evreni duyularimizla algiladigimiz evrendir. Bu evrenin gerisinde gizlenen gerçek evren ise ancak akil ile kavranilabilecek bir olgudur. Bu yüzden de ona göre her zaman akla uymali ve duyumlarimizin bizi aldatmasina kendimizi kaptirmamamiz gerekmektedir. Bu evrendeki sonsuz degisimler içinde tek sabit kalan sey, bu degisimleri yöneten yasadir. Heraklitde de panteist yaklasim vardir ancak o Ksenofanes'in aksine, Tanrinin degismeyen sabit bir varlik degil, evrendeki tüm degismelerin düzenleyici yasasi oldugunu savunur.
Ksenofanes'in kurdugu Elea okulunun ünlü temsilcilerinden olan Parmenides ise Heraklit ile ciddi görüs ayriliklarina düsmüstür. Bu durum felsefedeki ilk ve bilinçli görüs çatismasi olarak kabul edilmektedir. Parmenides, evren konusundaki düsüncelerini yalnizca akil yolu ile elde etmeyi deneyen ilk düsünürdür. O felsefe tarihinin ilk rasyonalist filozofudur. Parmenides felsefesinin temeline "Varlik varliktir, yokluk yokluktur" kuramini yerlestirmistir. Ona göre varolmayan bir seye var demeye kalkismak çeliskilidir ve bu konuda Herakliti de açiktan suçlamistir. Aslinda her iki düsünür gerçek evreni akil yolu ile kavradigimiz evren olarak görmüslerdir. Ancak iki evrenden hangisinin gerçek oldugu konusunda birbirlerinden kesinlikle farklidirlar. Parmenides'e göre aldatici olan degisme halinde bulunan evrendir. Degismeyen, sabit duran ve bir olan evren gerçek evrendir. Iste bu "BIR" tanridir yada tanri ile özdestir.
Ikinci dönemin önemli filozoflarindan olan Anaksogoras ise "bir kaostan nasil oldu da bir kozmos olustu" sorusunu sormus ve Evrendeki düzeni olusturan sebepleri arastirmistir. Ona göre nasil bir tas yiginindan ev, bir çamur yiginindan heykel olusamazsa, kaosta kozmosa kendiliginden dönüsemez. Bunun için bir plana göre çalisan yaratici zekaya gereksinim vardir. Anaksagoras evrenin bir tür mimari olarak degerlendirdigi bu güce "Nus" adini vermistir. Ona göre Nus bir tanridir. Yalniz, onun Tanrisi, sadece Evrenin bir mimari ve yapicisi olup, yaraticisi degildir. Nus bir vurus ile evreni olusturmus ve sonra sahneden çekilerek evrenin olusunu kendi haline birakmistir (Deizm). Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüsle veya teolojik yaklasimla açiklayanlarin ilki sayilir. Bu durum ise, evrenin baslangicindan günümüze kadar belli bir amaç dogrultusunda hareket ettigini
kabul etmek demektir.
Demokrit ise teolojik görüsün ziddi bir evren açiklamasinin tipik temsilcisidir. Çok ünlü bir sözü vardir: "Bu evrenden iki seyi kaldirmak gerekir, onlarda amaç ve rastlanti'dir" Demokrit kendisine kadar olan filozoflarin en maddecisi(materyalisti)dir. Çünkü ona göre gerçek, madde olan atomlardan olusur.
Sofistlerde (M.Ö. 500) özellikle insan konusuyla ilgilenmislerdir. Onlara göre simdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarli bir anlayis elde edememistir. Sofistlere göre: "Ne kadar filozof varsa, evrenin yapisi hakkinda o kadar görüs vardir" Sofistlerin en ünlülerinden olan Protagoras daha da ileri gitmis ve "Tanrilar var mi yok mu bilemeyiz" demistir. Onun çok ünlü bir kuralinin oldugu söylenir. "Insan her seyin ölçüsüdür" . Protagoras için tümel bir gerçek yoktur. Olsa olsa her insanin kendisine ait inançlari vardir. O halde her görüsün karsiti olabilir ve hangisinin dogru oldugunu göstermek için tek yol vardir. Bu da karsidakini inandirabilme gücüdür. Iste hitabet bu noktada asil olandir. Nitekim sofistler gramer bilimini ilk kez ortaya koyanlardir.
Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli asamasina ulasmistir. Bundan sonraki felsefe akimlarinin en önemli konusu erdem ve erdemin nitelikleri olmustur. Sokrat temelde dindar bir insandir. O yasamin yüksek bir gücün kontrolünde olduguna saglam bir inanç ve bilinçle inanir. Içinden gelen sese "benim diamon'um" diyerek o kutsal gücün disinda degil içinde oldugunu belirtmistir. Onun mutluluga verdigi cevap kendisiyle gösterebildigi uyumu, erdeme verdigi cevap ise bilgidir. Peki öyleyse "bilgi" nedir. Ona göre bu noktada önemli olan disariyi yani evreni bilmek degil insanin kendi kendini bilmesidir. Belki de bu yüzden Sokratin egitim metodolojisinde ve olusturdugu diyaloglarda nihai bir son yoktur. Sorular sonu olusturur ve sentez kisinin kendisine birakilir. Sokrat'in yolunu takip eden sonraki düsün akimlari da "kendini bil" varsayimini rehber edinmislerdir.
Kendisini Sokratin mantiksal devami sayan Eflatun (Platon M.Ö 427-347)içinse iki evren vardir. Bu iki evren gerçek evrendir. Biri; sürekli var olan ve yok olan, algilanabilen, nesnelerin sürekli degismek zorunda oldugu evren; ötekisi baslangici ve sonu olamayan idelerin ya da ideallerin evreni. Eflatun'a göre bilmek, ideler evrenini ve bu evrende hüküm süren yasalari tanimaktir. Duyular evrenini de ancak ideler evrenine katildigi ölçüde bilmek mümkündür. Eflatundan sonra Yunan felsefesinin klasik dönemindeki ikinci büyük düsünürü olan Aristo (M.Ö 384-322) iki bin yil boyunca bati uygarligina hakim olmus ve dönemin temel görüslerini olusturmustur. Ona göre bilmek, objeleri tek tek tanimak olmayip, bu objeleri bir de "genel bir kavram altinda toplamak" demektir. Eflatunun tersine, Aristo'ya göre genel kavramlar tek objelerin kendisinde gizlidir. Aristo'nun deyimiyle doga yada canli güç "bir mimardir" çünkü doga yaratabilendir. Bu benzetmenin aslinda özel bir anlami da vardir; ki o da mimarin belli bir plan ve amaca göre çalismasindan dolayidir.
Romali Philon (M.Ö 25-M.S.50?) ise Platonun idelerini "Tanrinin ruhunda gizli olan" seklinde yorumlamistir. Philon, Platocu felsefeyle Tanrinin elçisi olan Musa'nin hermetik kökenli ögretisini birlestirmis ve böyle bir denemeyle din ile felsefeyi ayni potada eritmek istemistir (yeni Eflatunculuk). Bu girisim daha sonralari üç semitik din içinde benimsenip irfan yada gnosis ögretisi olarak yer almistir. Hermetik ögretinin Philon sonrasi döneminde Ibrani kabalasi yaziya dökülmüstür. Ayrica bu dönem, Museviligi oldugu kadar Islam Tasavvufunu da derinden etkilemis, özellikle Ibn-Arabi, varlik birligi yada vahdet-i vücut kurami ve yöntemiyle hem
felsefe, hem de tasavvuf da önemli bir etki olusturmustur.
Antik Ege uygarliginin ardindan felsefe, genelde yeni dünya dini Hiristiyanligin etkisi altina girmistir. Bu dönemde felsefenin islevi, dinin dogmalarini temellendirmek ve savunmak olmustur. Antik çagin iki düsünürü Platon ve Aristotelesin düsünceleri bir yandan resmi ideolojiye dönüsürken, diger yandan da ilginç bir sekilde yasaklanmistir. Orta çagdaki bu Skolastik felsefe anlayisi, tek ve asil gerçegin Tanri oldugunu, Dünyanin ise gerçek olmayan bir gölge oldugu savini egemen kilmistir. Dolayisiyla dogmalar, tanrisal düsüncenin mantiksal sonuçlaridir. Bir baska deyisle inanç akilla dogrulanmalidir. Dönemin düsünürlerinden Scottus Eriugena'ya (833-880) göre tanri real töz yani asil gerçekliktir. Olgusal ve evrenseldir. St. Anselmus (1033-1109)'un "Monologion" adli yapitinda Tanri, adalet, iyilik, bilgelik ve mutlulugun kendisidir. Gerçek üstüne (De Veritate) adli yapitinda ise Tanrinin varliginda yogunlastigini ve birlige ulastigini ileri sürmüs, çoklukta tekligin bulundugunu ortaya atmistir. Aquino'lu Thomas'a göre ise Tanrinin düsünceleri en son olgusal nesnelerin kendileridir ve bu durumda Tanri kendinde gerçekliktir. Fakat Thomas'a cevap çok geçmeden Iskoçyali Duns Scotus (1224-1274)'dan gelmistir; "Felsefenin araci olan us, vahiyle gelen Tanri bilgisini dogrulayamaz". Iste bu tutum Tanribilimi'ni yada Teolojiyi bir "bilim" olmaktan çikarmis ve skolastik dönemin kapanisini hazirlamistir. Bu durum ise Tanribilimin ussal verilerle temellendirilme çabalarinin basarisiz kalisinin kabulü anlamina gelmis ve Yeniçag yada Rönesans'in ussal ve bilimsel düsünceyi öne çikardigi dönemin baslamasina neden olmustur.
Bu dönemde Descartes "Kuskulandigim hiç bir sey gerçek degildir, ancak kuskulaniyor olmamdan kuskulanamam, bunun için kusku düsüncemin kaynagidir" diyerek, ilk gerçek düsüncenin "kusku edimi" oldugu sonucuna varmistir (Septizm). Ona göre kusku üzerine kuskulanmak bilinçlenmektir. Bilinçlenmis kusku ise özünde bir elestiridir ve giderek yargilari olusturur. Kant ise kuramsal usun elestirisinde, gerçegin yalnizca fenomenler düzeyinde bilinebilecegi sonucuna varmis ve ancak böyle bir bilginin güvenilir oldugunu ileri sürmüstür. Ona göre bundan ötesi metafiziktir ve inancin konusu olur.
Hegel'de elestirinin elestirisini yapar ve elestiriyi asmak için senteze gitmek gerektigini söyler. Ona göre bir nesneyi bilmek, onun olus süreçlerini, bir kavrami bilmek ise onun kültür süreçlerini bilmektir. Akil ile doga, ya da bilen ile bilinen özdestir, çünkü her ikisi de akildir ve ayni yasalarla devinirler. Iste bu nedenle, aklin dis dünyayi kavramasi aslinda kendini kavramasi, kendini bilmesidir. O halde gerçek ussal olandir ve ussal olan da gerçektir. Bu söylem ise su sonucu dogurur; "Algilarimiz, tasarimlarimiz ve kuramlarimiz nesnel gerçege uygun olduklari oranda hakikat olurlar"
Rönesans'la baslayan teolojiden arinma ugrasisi, Aydinlanma sürecinde felsefenin yeniden kendi bagimsizligini kazanmasiyla sonuçlanmistir. Deistlerle birlikte ortaya çikan sekülerizm ise 16.yy'da Romantik deistlerin elinde dinsel yasamin elestirisine dönüsmüstür. Onlar tanrinin yalniz akil yoluyla bilinebilecegini söylemislerdir. Aydinlanmanin içeriginde "insan nedir" sorusuna verilen yanitlar ise Hümanizm, akilcilik ve evrenselcilik evrelerini ortaya çikartmistir.
Felsefe ile teoloji arasindaki problem, aslinda farkli tasarimlarin sonucunda olusan tanri kavramlarinin çatismasi degildir. Kuralci inanan ile filozofun din üzerine farkli seyler söylemeleri; tanri kavramina farkli bakmalarindan degil, insanin tanri ile iliskisini nasil yapilandiracagina dairdir. Felsefe tanriya aklin yetileri içinde bakmaya çalisir. Kimi zaman bilgiyi anlamak için inanci sorgular, kimi zaman ise bilgiyi sorgulayarak bilinçli bir inanci arzular. Kisacasi özünde felsefe tanriyi istemektedir.
Görülecegi gibi Antik Ege (Grek) felsefesinin temel problemleri bugünde felsefenin temel problemlerini olusturmaktadir. Insan hala bir yandan evren karsisindaki konumunu belirlemeye çalisirken; bir yandan da, kamusal yasam içinde birey olarak varligini tanimlayip, varolusunu anlamlandirmaya çalismaktadir. Referanslari nereden alirsa alsin, kavramlari kuran gene insan zihnidir. Iste bu zihin sorulari sorabilmis olmasina ragmen tüm çaglarda süregelen o arayisina devam etmekte ve yanitlari hala aramaktadir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder