İdealizm ile materyalizm, insanlık tarihi boyunca birbiri ile mücadele eden iki dünya görüşüdür. İdealizm ve dinler, insanı, kaderi bilinmez, anlaşılmaz, sırrına erilmez bir tanrısal aleminin elinde olan bir nesne olarak görürken, materyalizm, insanın doğayı ve kendisini öğrenerek, kendi yaşamını belirleyebileceğini, çevresine egemen olabileceğini, geleceğini tayin edebilen bir özne olarak tarihe damgasını vurabileceğini savunur.
İnsanlık tarihi boyunca iki farklı dünya görüşü birbiriyle kıyasıya mücadele edegelmiştir. Tüm dinlerin temelini oluşturan, gerçekliğin fizik ötesi ve özü itibariyle bilinemez bir varlık ya da varlıklar aleminden kaynaklandığını savunan idealizm ile, tüm gerçekliğin maddi bir temele oturduğu, varolan her şeyin nesnel -zihinden bağımsız-, potansiyel olarak bilinebilir, somut ve yine nesnel olan yasalara bağlı olduğunu savunan ve bilime temel oluşturan materyalizm.. Bu iki dünya görüşü arasındaki karşıtlık, yalnızca doğayı ve insanı anlama ve yorumlama konusunda bir karşıtlık olmayıp, insan davranışlarını ve insanın çevresi ile olan bütün ilişkilerini berlirleyen temel bir karşıtlıktır. İdealizm ve dinler, insanın kaderini bilinemez, insanın asla sırrına varamayacağı, müdahale edemeyeceği gizemli bir tanrılar, ruhlar alemine bağlarken, materyalizm, insanın doğayı ve kendisini öğrenerek, kendi yaşamını belirleyebileceğini, çevresine egemen olabileceğini, kendi dışındaki güçlerin elinde edilgen bir nesne durumundan, geleceğini tayin edebilen bir özne olarak tarihe damgasını vurabileceğini savunur.
İnsan, üzerinde yaşama olanak veren koşullar bulundurması dışında, hiçbir özelliği ve evrende hiçbir ayrıcalıklı konumu olmayan Dünya üzerinde ortaya çıkmıştır. İnsanın ortaya çıkması, herhangi bir tasarım ya da amaç sonucu değildir. İnsan, milyarlarca yıllık bir evrim sürecinin ürünüdür. Eğer her şeye kadir bir varlık insanı yaratmak isteseydi, milyarlarca yıl beklemez, kutsal kitaplarda bilime aykırı olarak iddia edildiği gibi yedi gün gibi, hatta daha kısa bir süre içinde, daha da iyisi, ol diyerek yaratırdı. İnsanı kimse yaratmadığı gibi, kimse de ona yetenekler bahşetmemiştir. İnsan, zekası ve toplumsallığı dışında hiçbir silahı olmayan zayıf bir varlıktır. Zekasını kullanacak potansiyeli olmasaydı, binlerce memeli türü gibi yokolur giderdi. İnsan, milyarlarca yıllık evrimin ürünü olan zekası sonucu gelişen yeteneklerine ve en değerli varlığı olan bilime, yüz bin yılı aşkın çetin bir mücadele sonucu, dişleri ve tırnakları ile yaşama sımsıkı sarılarak ve çekip kopartarak sahip oldu. İnsanlığın, kendi ortak vicdanı ve kendi tarihi boyunca yarattığı ortak değerleri dışında hiçkimseye vereceği bir hesabı yoktur. Yeteneklerini kullanmak için hiçkimseden izin almamıştır ve almayacaktır da.
Tüm bu mücadele sırasında, bütün tarih boyunca, insanın doğayı ve kendisini eksik anlaması sonucu ortaya çıkan ve insanlar arası üstünlük mücadelesinde egemen güç ve sınıflar tarafından egemenliklerinin bir aracı olarak kullanılıp geliştirilen dinler, insan yeteneklerinin ve bilimin önünde birer engelden başka hiçbir şey olmadı. Dinler ve asılsız inançlar, insanların doğayı ve kendilerini daha iyi anlayarak, yaşama kalitelerini yükseltme çabalarını sürekli baltaladı. Yüz yıl önce, kadınların doğum sancılarının, Havva'nın şeytana uyup yasak elmayı Adem'e yedirmesinden dolayı lanetlenen kadın soyunun çekmesi gereken ilahi bir eza olduğuna inanan katolik kilisesi, her türlü ağrı kesicinin doğumda kullanılmasını yasaklamış ve doğum sırasında kadın ve çocuk ölümlerini azaltacak önlemlerin uygulanmasına şiddetle karşı çıkmıştı. Benjamin Franklin, paratoneri bulduğu zaman, köktendinci protestanlar, yıldırımı savmanın, tanrının kullandığı silahların en önemli olanlarından birini ortadan kaldırmak ve tanrıya isyan etmek olduğu savları ile ortalığı velveleye vermişlerdi. Aynı örnekler, şeyhülislam fetvalarından, şeyh, şıh ve imamların telkinlerinden de verilebilir. Bilim ve teknolojide, insanların yaşam tarzlarında yeni olan ne varsa, din adamların mutlaka karşı çıkmıştır. Bunlar, din adamlarının kişisel yetersizlikleri ya da eksiklikleri olarak açıklanamaz. Dinin karakteri budur. Din, insanın egemenlik alanı ile tanrının egemenlik alanı arasında bir çizgi çekerek, insana haddini aşmamasını öğütler. Oysa bu sınır çizgisi, tarih boyunca insan tarafından hep aşılmıştır. Din ise, tükürdüğünü yalayarak bu sınırın aşılmasını içine sindirmeye çalışmış ama her defasında yeni sınırlar koymaktan geri durmamıştır.
İslam'ın bilime ve yeniliğe açık olduğu sık sık ifade edilir. En çok da, Kuran'ın ilk inen ayeti olan "oku" emri ve Kuran'da sık sık geçen "aklını kullan" ifadeleri örnek gösterilir. Oysa "oku" emrinde kastedilen, insanlığın kültürüne malolmuş yapıtların okunması değil, Cebrail'in indirdiğinin okunmasıdır. "Aklını kullan" ifadelerinde de aklını kullanarak doğanın sırlarını çöz, onları yaşam kaliteni ve mutluluğunu arttırmak için kullan değil, aklını kullan, bizim tehditlerimizin ne kadar korkunç olduğunu anla, bize itaat etmenin en akılcı yol olduğunu gör demek istenmektedir. Ufak bir soru, İslam'ın bilgiye ne kadar değer verdiğini gösterecektir: doğaya ve bilime dair hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi merak etmeyen, hiçbir şey öğrenmek istemeyen ama iman eden ve ibadetini eksik etmeyen bir müslüman mı daha makbuldür, yoksa bütün ömrünü bilime adamış, bilime bir çok kuramsal katkısı olmuş, ulaşabildiği her konuyu derinlemesine araştırıp, sonuçlarını da önemli yapıtlar vererek insanlığa sunmuş ama imansız bir bilim adamı mı? Birincisinin eksik ya da kusurlu olduğu, öğrenmek isteseydi daha iyi olacağı yarım ağızla söylenebilir; yine de -suçu varsa- cezasını çekecek ve sonuçta cennete kabul edilecektir. Ama ikincisi sonsuz cehennem azabına mahkumdur.
Bilimin ve teknolojinin kullanılmasından doğan bir takım mahzurlar elbette vardır; sivrisineklerin kökünü kurutacağız, sıtmayı önleyeceğiz diye bazan bataklığı kurutup bir bölgenin çölleşmesine katkıda bulunuyoruz; hastalıkları önleyeceğiz diye dikkatsizce antibiyotikler kullanıp sonuçta antibiyotiklere dirençli bakterilerin üremesine kendi ellerimizle yolaçıyoruz; enerji üreteceğiz diye petrol ve kömür yakıp atmosferi kirletiyoruz; teknolojimizin ürünü olan zehirli atıklarla bazı türlerin yokolmasına neden oluyoruz; ürettiğimiz milyonlarca ton sera gazını atmosfere verip, sonuçta buzulların erimesine ve denizlerin yükselmesine yolaçabilecek şekilde Dünya'nın ısınmasını sağlıyoruz; yine teknolojimizin ürünleri olan bazı gazlarla ozon tabakasının delinmesine katkıda bulunuyorzu (son ikisinden çok emin değilim, bu konudaki çevreci yaygaralar bilim çevrelerinde son zamanlarda kuşku ile karşılanıyor)... Örnekler uzatılabilir. Ama bunlar, bilim ve teknolojinin eksik ve yanlış kullanımı ile ilgili. Daha çok da kapitalizmin kar hırsı dolayısıyla dünya kaynaklarını gelecek kuşakları düşünmeden sorumsuzca kullanmasının sonucu. Bu sakıncaları gidermenin yolu, bildiklerimizi unutmak, eski ve geri teknolojilere geri dönmek değil, tam tersine, daha çok araştırmak, daha çok bilmek, daha iyi ve daha gelişkin teknoloji kullanmaktır. Bilim ve teknolojinin sakıncası varsa, bu sakıncaları giderecek olan, daha çok bilim ve daha çok teknolojidir.
İnsan, varolduğundan beri doğa ile mücadele halindedir. Buna yerde bulduğu taşı beğenmeyip, başka bir taşla şekil verdiğinde başladı. İnsanlık tarihi, insanın doğaya egemen olma tarihidir. Bu konuda bazan yanlış yollara saptık, bazan geri dönüş noktalarımız oldu. Ama gidişin yönü, yeterince uzun vadelerde hep ileriye doğru oldu. Bu sayede ortalama yaşam süremiz orta çağlardaki yirmili yıllardan, yirminci yüzyılın sonunda yetmişlere vardı. İnsanın yaşam kalitesi çağlar boyunca hep artmıştır. Bunu da sadece bilim sağlamıştır. Din ise elinden geldiği kadar bu çabayı baltalamış ama her zaman geri adım atmak zorunda kalmıştır. Tüm bu gözkamaştırıcı başarıları insanlık dua ile, iman ile, ruhlardan, perilerden, hayaletlerden, tanrılardan yardım dileyip medet ummakla değil, bilim ve akıl ile gerçekleştirdi. Bilim ve teknolojinin tüm tarihi, materyalizmin muzaffer bir şekilde doğrulanmasıdır. Dünyada, maddi olmayan, maddeden kaynaklanmayan herhangi bir güç yoktur. Dünyayı daha çok yaşanır hale getirmenin tek yolu, maddeyi anlamak ve maddi güçleri kullanmaktır. Tüm bilim tarihi, bu gerçeğin onaylanması ve geliştirilmesinden öte bir şey değildir.
İnsanları bu dünyanın geçici bir sınav yeri olduğuna ikna edip hayali bir cennet vaadiyle avutan, yoksulluğu, adaletsizliği ve sömürüyü gözlerden uzak tutup egemen sınıflara hizmet eden dinler, materyalizmin insana ne vaadettiğini sık sık sorar. Bunu iki şekilde yanıtlamak olası: Birincisi, materyalizmin bir ideoloji değil, bir açıklama ve anlama biçimi olduğudur. Dolayısıyla, materyalizm kendi başına herhangi bir şey vaadetmez. Gerçeğin sınırlarını çizer; hayali gerçekten ayırır. İkinci yanıt ise, materyalist bir felsefe ile dünyaya bakan, insanlığın sahip olduğu potansiyeli gerçeğe dönüştürüp dünyayı tüm insanlar için hastalıkların olmadığı, açlığın, savaşların ve sömürünün tarihe karıştığı bir yer haline getirmeyi amaçlayan bir anlayışın, insanlığa her şeyi vaadettiğidir. Materyalizm, yukarıda işaret ettiğimiz gibi dünyayı değiştirmenin yolunun fizik ötesi güçlerden medet ummak değil, anlamak ve bilmek olduğunu söyler. Hiç kuşkusuz bu her şey demek değildir. Ama bu bakış açısı ile bakmadan, doğruyu yakalamak, ilerlemek ve herhangi bir amaca ulaşmak mümkün değildir. Göklerin ötesinde bir Cennet yoktur, ama bu dünyanın cennete dönüşemeyeceği anlamına gelmez. Daha da doğrusu, dünyayı cennete dönüştürebilecek tek yol, insanlığın evrensel değerlerini özümsemiş, materyalist dünya görüşüyle silahlanmış bir anlayışın hakim olmasıdır. Tanrı yoktur ama insanlık geleceğin potansiyel tanrısıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder