31 Ocak 2007
İslamda Ganimet
Kuran'ın Derlenmesi (Süleyman ATEŞ)
Tanrı'nın Varlığına Dair Argümanlar
(1) Tanrı vardır.
(2) Tanrı varsa, akıl da varolmalıdır.
(3) Akıl vardır.
(4) Demek ki, Tanrı vardır.
2. Kozmolojik argüman
(1) Ben eğer bir şeyin sebebi olmalıdır diyorsam, o şeyin sebebi vardır.
(2) Evrenin bir sebebi olmalıdır diyorum.
(3) Demek ki evrenin sebebi vardır.
(4) Demek ki Tanrı vardır.
3. Ontolojik argüman
(1) Tanrı’yı X olarak tanımlıyorum.
(2) X'i tahayyül edebildiğime göre, X varolmalıdır.
(3) Demek ki, Tanrı vardır.
4. Ontolojik argüman
(1) Tanrı vardır.
(2) Tanrı varolduğundan, mükemmel olmalıdır.
(3) Mükemmel olan, varolmalıdır.
(4) Demek ki, Tanrı vardır.
5. Model ontolojik argüman
(1) Tanrı vardır.
(2) Tanrı’nın varolması ya gerekli, ya da gereksizdir.
(3) Tanrı gereksiz değildir, demek ki gerekli olmalıdır.
(4) Demek ki Tanrı vardır.
6. Teolojik argüman
(1) Şu ağaca bak. Güzel değil mi?
(2) Demek ki Tanrı vardır.
7. Mucizelerden argüman
(1) Halam kanserden ölecekti,
(2) Ölmedi,
(3) Demek ki Tanrı vardır.
8. Ahlaksal argüman
(1) Tanınmış bir ateist olan X kişisi, bizlere göre daha düşük ahlaklıdır.
(2) Demek ki Tanrı vardır.
9. Ahlaksal argüman
(1) Ben eskiden küfür eden, sigara ve alkol içen, kumar oynayan, çocuklara sarkıntılık eden, hırsızlık yapan, adam öldüren, yatağını ıslatan, rezil biriydim.
(2) Dindar olduktan sonra tüm bunlar değişti.
(3) Demek ki Tanrı vardır.
10. "Yaratılış"tan argüman
(1) Eğer evrim yanlışsa, yaratılış doğrudur, ve demek ki Tanrı vardır.
(2) Ben evrimi anlayabilecek zihinsel kapasiteden yoksun olduğum için; ayrıca evrimi kabul etmek beni rahatsız edeceği için, evrim doğru olamaz.
(3) Demek ki Tanrı vardır.
11. "Korku"dan argüman
(1) Eğer Tanrı yoksa, hepimiz öleceğiz.
(2) Demek ki Tanrı vardır.
12. Kutsal kitaptan argüman
(1) Kutsal kitaptan alıntı bir ayet.
(2) Kutsal kitaptan alıntı bir başka ayet.
(3) Demek ki Tanrı vardır.
13. "Zeka"dan argüman
(1) Bakın, bütün her şeyi siz salak ateistlere açıklamamın bir anlamı yok, sizin anlayamayacağınız kadar karmaşık bu konular. Beğenseniz de beğenmeseniz de Tanrı vardır.
(2) Demek ki Tanrı vardır.
14. "Zekasızlık"tan argüman
(1) Pekala, sizin kadar zeki ve bilgili olduğumu iddia etmeyeceğim, belli ki çok kitap okumuşsunuz. Fakat ben de kutsal kitabı okurum ve söyleyebileceğiniz hiçbir şey beni Tanrı’nın olmadığına ikna edemez. Ben Tanrı’yı içimde hissederim ve eğer onun hayatınıza girmesine izin verirseniz, siz de hissedebilirsiniz.
(2) Demek ki Tanrı vardır.
15. "İnanç”tan argüman
(1) Eğer Tanrı varsa, ona inanmalıyım.
(2) Tanrı’ya inanıyorum.
(3) Demek ki Tanrı vardır.
16. Gözdağı verme yoluyla argüman
(1) Şu ateşi görüyor musun?
(2) Demek ki Tanrı vardır.
17. Ebeveynsel argüman
(1) Annem ve babam bana Tanrı’nın varolduğunu söyledi.
(2) Demek ki Tanrı vardır.
18. Sayılardan argüman
(1) Milyonlarca insan Tanrı’ya inanır.
(2) Tümü yanılıyor olamaz, değil mi?
(3) Demek ki Tanrı vardır.
19. Absürdlükten argüman
(1) Maranathra !
(2) Demek ki Tanrı vardır.
20. "Ekonomi"den argüman
(1) Tanrı vardır, sizi pislikler!
(2) Demek ki Tanrı vardır.
Materyalizm İnsana Ne Vaadeder?
İnsanlık tarihi boyunca iki farklı dünya görüşü birbiriyle kıyasıya mücadele edegelmiştir. Tüm dinlerin temelini oluşturan, gerçekliğin fizik ötesi ve özü itibariyle bilinemez bir varlık ya da varlıklar aleminden kaynaklandığını savunan idealizm ile, tüm gerçekliğin maddi bir temele oturduğu, varolan her şeyin nesnel -zihinden bağımsız-, potansiyel olarak bilinebilir, somut ve yine nesnel olan yasalara bağlı olduğunu savunan ve bilime temel oluşturan materyalizm.. Bu iki dünya görüşü arasındaki karşıtlık, yalnızca doğayı ve insanı anlama ve yorumlama konusunda bir karşıtlık olmayıp, insan davranışlarını ve insanın çevresi ile olan bütün ilişkilerini berlirleyen temel bir karşıtlıktır. İdealizm ve dinler, insanın kaderini bilinemez, insanın asla sırrına varamayacağı, müdahale edemeyeceği gizemli bir tanrılar, ruhlar alemine bağlarken, materyalizm, insanın doğayı ve kendisini öğrenerek, kendi yaşamını belirleyebileceğini, çevresine egemen olabileceğini, kendi dışındaki güçlerin elinde edilgen bir nesne durumundan, geleceğini tayin edebilen bir özne olarak tarihe damgasını vurabileceğini savunur.
İnsan, üzerinde yaşama olanak veren koşullar bulundurması dışında, hiçbir özelliği ve evrende hiçbir ayrıcalıklı konumu olmayan Dünya üzerinde ortaya çıkmıştır. İnsanın ortaya çıkması, herhangi bir tasarım ya da amaç sonucu değildir. İnsan, milyarlarca yıllık bir evrim sürecinin ürünüdür. Eğer her şeye kadir bir varlık insanı yaratmak isteseydi, milyarlarca yıl beklemez, kutsal kitaplarda bilime aykırı olarak iddia edildiği gibi yedi gün gibi, hatta daha kısa bir süre içinde, daha da iyisi, ol diyerek yaratırdı. İnsanı kimse yaratmadığı gibi, kimse de ona yetenekler bahşetmemiştir. İnsan, zekası ve toplumsallığı dışında hiçbir silahı olmayan zayıf bir varlıktır. Zekasını kullanacak potansiyeli olmasaydı, binlerce memeli türü gibi yokolur giderdi. İnsan, milyarlarca yıllık evrimin ürünü olan zekası sonucu gelişen yeteneklerine ve en değerli varlığı olan bilime, yüz bin yılı aşkın çetin bir mücadele sonucu, dişleri ve tırnakları ile yaşama sımsıkı sarılarak ve çekip kopartarak sahip oldu. İnsanlığın, kendi ortak vicdanı ve kendi tarihi boyunca yarattığı ortak değerleri dışında hiçkimseye vereceği bir hesabı yoktur. Yeteneklerini kullanmak için hiçkimseden izin almamıştır ve almayacaktır da.
Tüm bu mücadele sırasında, bütün tarih boyunca, insanın doğayı ve kendisini eksik anlaması sonucu ortaya çıkan ve insanlar arası üstünlük mücadelesinde egemen güç ve sınıflar tarafından egemenliklerinin bir aracı olarak kullanılıp geliştirilen dinler, insan yeteneklerinin ve bilimin önünde birer engelden başka hiçbir şey olmadı. Dinler ve asılsız inançlar, insanların doğayı ve kendilerini daha iyi anlayarak, yaşama kalitelerini yükseltme çabalarını sürekli baltaladı. Yüz yıl önce, kadınların doğum sancılarının, Havva'nın şeytana uyup yasak elmayı Adem'e yedirmesinden dolayı lanetlenen kadın soyunun çekmesi gereken ilahi bir eza olduğuna inanan katolik kilisesi, her türlü ağrı kesicinin doğumda kullanılmasını yasaklamış ve doğum sırasında kadın ve çocuk ölümlerini azaltacak önlemlerin uygulanmasına şiddetle karşı çıkmıştı. Benjamin Franklin, paratoneri bulduğu zaman, köktendinci protestanlar, yıldırımı savmanın, tanrının kullandığı silahların en önemli olanlarından birini ortadan kaldırmak ve tanrıya isyan etmek olduğu savları ile ortalığı velveleye vermişlerdi. Aynı örnekler, şeyhülislam fetvalarından, şeyh, şıh ve imamların telkinlerinden de verilebilir. Bilim ve teknolojide, insanların yaşam tarzlarında yeni olan ne varsa, din adamların mutlaka karşı çıkmıştır. Bunlar, din adamlarının kişisel yetersizlikleri ya da eksiklikleri olarak açıklanamaz. Dinin karakteri budur. Din, insanın egemenlik alanı ile tanrının egemenlik alanı arasında bir çizgi çekerek, insana haddini aşmamasını öğütler. Oysa bu sınır çizgisi, tarih boyunca insan tarafından hep aşılmıştır. Din ise, tükürdüğünü yalayarak bu sınırın aşılmasını içine sindirmeye çalışmış ama her defasında yeni sınırlar koymaktan geri durmamıştır.
İslam'ın bilime ve yeniliğe açık olduğu sık sık ifade edilir. En çok da, Kuran'ın ilk inen ayeti olan "oku" emri ve Kuran'da sık sık geçen "aklını kullan" ifadeleri örnek gösterilir. Oysa "oku" emrinde kastedilen, insanlığın kültürüne malolmuş yapıtların okunması değil, Cebrail'in indirdiğinin okunmasıdır. "Aklını kullan" ifadelerinde de aklını kullanarak doğanın sırlarını çöz, onları yaşam kaliteni ve mutluluğunu arttırmak için kullan değil, aklını kullan, bizim tehditlerimizin ne kadar korkunç olduğunu anla, bize itaat etmenin en akılcı yol olduğunu gör demek istenmektedir. Ufak bir soru, İslam'ın bilgiye ne kadar değer verdiğini gösterecektir: doğaya ve bilime dair hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi merak etmeyen, hiçbir şey öğrenmek istemeyen ama iman eden ve ibadetini eksik etmeyen bir müslüman mı daha makbuldür, yoksa bütün ömrünü bilime adamış, bilime bir çok kuramsal katkısı olmuş, ulaşabildiği her konuyu derinlemesine araştırıp, sonuçlarını da önemli yapıtlar vererek insanlığa sunmuş ama imansız bir bilim adamı mı? Birincisinin eksik ya da kusurlu olduğu, öğrenmek isteseydi daha iyi olacağı yarım ağızla söylenebilir; yine de -suçu varsa- cezasını çekecek ve sonuçta cennete kabul edilecektir. Ama ikincisi sonsuz cehennem azabına mahkumdur.
Bilimin ve teknolojinin kullanılmasından doğan bir takım mahzurlar elbette vardır; sivrisineklerin kökünü kurutacağız, sıtmayı önleyeceğiz diye bazan bataklığı kurutup bir bölgenin çölleşmesine katkıda bulunuyoruz; hastalıkları önleyeceğiz diye dikkatsizce antibiyotikler kullanıp sonuçta antibiyotiklere dirençli bakterilerin üremesine kendi ellerimizle yolaçıyoruz; enerji üreteceğiz diye petrol ve kömür yakıp atmosferi kirletiyoruz; teknolojimizin ürünü olan zehirli atıklarla bazı türlerin yokolmasına neden oluyoruz; ürettiğimiz milyonlarca ton sera gazını atmosfere verip, sonuçta buzulların erimesine ve denizlerin yükselmesine yolaçabilecek şekilde Dünya'nın ısınmasını sağlıyoruz; yine teknolojimizin ürünleri olan bazı gazlarla ozon tabakasının delinmesine katkıda bulunuyorzu (son ikisinden çok emin değilim, bu konudaki çevreci yaygaralar bilim çevrelerinde son zamanlarda kuşku ile karşılanıyor)... Örnekler uzatılabilir. Ama bunlar, bilim ve teknolojinin eksik ve yanlış kullanımı ile ilgili. Daha çok da kapitalizmin kar hırsı dolayısıyla dünya kaynaklarını gelecek kuşakları düşünmeden sorumsuzca kullanmasının sonucu. Bu sakıncaları gidermenin yolu, bildiklerimizi unutmak, eski ve geri teknolojilere geri dönmek değil, tam tersine, daha çok araştırmak, daha çok bilmek, daha iyi ve daha gelişkin teknoloji kullanmaktır. Bilim ve teknolojinin sakıncası varsa, bu sakıncaları giderecek olan, daha çok bilim ve daha çok teknolojidir.
İnsan, varolduğundan beri doğa ile mücadele halindedir. Buna yerde bulduğu taşı beğenmeyip, başka bir taşla şekil verdiğinde başladı. İnsanlık tarihi, insanın doğaya egemen olma tarihidir. Bu konuda bazan yanlış yollara saptık, bazan geri dönüş noktalarımız oldu. Ama gidişin yönü, yeterince uzun vadelerde hep ileriye doğru oldu. Bu sayede ortalama yaşam süremiz orta çağlardaki yirmili yıllardan, yirminci yüzyılın sonunda yetmişlere vardı. İnsanın yaşam kalitesi çağlar boyunca hep artmıştır. Bunu da sadece bilim sağlamıştır. Din ise elinden geldiği kadar bu çabayı baltalamış ama her zaman geri adım atmak zorunda kalmıştır. Tüm bu gözkamaştırıcı başarıları insanlık dua ile, iman ile, ruhlardan, perilerden, hayaletlerden, tanrılardan yardım dileyip medet ummakla değil, bilim ve akıl ile gerçekleştirdi. Bilim ve teknolojinin tüm tarihi, materyalizmin muzaffer bir şekilde doğrulanmasıdır. Dünyada, maddi olmayan, maddeden kaynaklanmayan herhangi bir güç yoktur. Dünyayı daha çok yaşanır hale getirmenin tek yolu, maddeyi anlamak ve maddi güçleri kullanmaktır. Tüm bilim tarihi, bu gerçeğin onaylanması ve geliştirilmesinden öte bir şey değildir.
İnsanları bu dünyanın geçici bir sınav yeri olduğuna ikna edip hayali bir cennet vaadiyle avutan, yoksulluğu, adaletsizliği ve sömürüyü gözlerden uzak tutup egemen sınıflara hizmet eden dinler, materyalizmin insana ne vaadettiğini sık sık sorar. Bunu iki şekilde yanıtlamak olası: Birincisi, materyalizmin bir ideoloji değil, bir açıklama ve anlama biçimi olduğudur. Dolayısıyla, materyalizm kendi başına herhangi bir şey vaadetmez. Gerçeğin sınırlarını çizer; hayali gerçekten ayırır. İkinci yanıt ise, materyalist bir felsefe ile dünyaya bakan, insanlığın sahip olduğu potansiyeli gerçeğe dönüştürüp dünyayı tüm insanlar için hastalıkların olmadığı, açlığın, savaşların ve sömürünün tarihe karıştığı bir yer haline getirmeyi amaçlayan bir anlayışın, insanlığa her şeyi vaadettiğidir. Materyalizm, yukarıda işaret ettiğimiz gibi dünyayı değiştirmenin yolunun fizik ötesi güçlerden medet ummak değil, anlamak ve bilmek olduğunu söyler. Hiç kuşkusuz bu her şey demek değildir. Ama bu bakış açısı ile bakmadan, doğruyu yakalamak, ilerlemek ve herhangi bir amaca ulaşmak mümkün değildir. Göklerin ötesinde bir Cennet yoktur, ama bu dünyanın cennete dönüşemeyeceği anlamına gelmez. Daha da doğrusu, dünyayı cennete dönüştürebilecek tek yol, insanlığın evrensel değerlerini özümsemiş, materyalist dünya görüşüyle silahlanmış bir anlayışın hakim olmasıdır. Tanrı yoktur ama insanlık geleceğin potansiyel tanrısıdır.
Tap ve İste
Göktanrı Dini
Gök Türkler'in dini, Gök Tanrı dinidir. Gök Tanrı düşüncesinin, toprağa yerleşmiş topluluklardan daha çok avcılık, çobanlık ya da hayvancılıkla geçinen göçebe topluluklara özgü olduğu bilindiğinden, bu inancın kökeni, Asya bozkırlarına bağlanmıştır. Türk tarihi ve kültürüyle ilgili araştırmalarıyla tanınmış bilim adamlarına göre Gök Tanrı inancı bütün Türklerin ana kültüdür. Bu kült, Kunlar, Tabgaçlar, Gök Türkler, Uygurlar gibi eski Türk boylarında inanç sisteminin başında yer alır.Orkun yazıtlarında, Türk Tanrı inancının temelleriyle ilgili bazı bilgilere rastlanmaktadır. Tonyukuk bengü taşında birçok kez adı geçen Tangri ya da Tengri, daha çok “milli” bir tanrı niteliği taşır. Gök Türkler’in Çin esaretinden kurtularak İkinci Göktürk Devleti'ni kurmaları (680-682), Tanrı’nın isteğiyle gerçekleşmiş kabul edilir; Hakan’ı Türklere Tanrı vermiş, budun Hakanı terk edince Tanrı tarafından cezalandırılmıştır. Yani Tanrı Türk Milleti'nin hayatı ve geleceği ile ilgilenen bir ulu varlık durumundadır.Gök Tanrı (Kök Tengri) kavramının eski Türk inanışında önemli bir yer tuttuğu konusunda daha somut örnekler de vardır: Tanrıkut Mete (Motun) Çin hükümdarına yazdığı bir mektupta, kendisini tahta Gök-Tanrı’nın çıkardığını bildirmiş, Gök’ün yardımıyla ve kendi askerlerinin ve atlarının çabalarıyla çevresindeki 26 devleti ve (Gansu’dan kuzey Tibet ile batı Türkistan’a kadar uzanan bölgede) bazı halkları yenerek Kun’laştırdığını belirtmiştir. Görüldüğü gibi, günümüze kalan belgelerde, devletin başına kağanı Gök’ün getirdiği belirtilmiş, devletin ve insanların yönetimi de Gök’e mal edilmiştir: Tanrı Türk’ün yaşamına doğrudan karışır, buyruklar verir, iradesine boyun eğmeyenleri cezalandırır, insanlara bağışladığı iktidar (kut) ve kısmeti (ülüğ) değerini bilmeyenlerden geri alır. Şafak söktüren (tan üntürü) ve bitkileri oluşturan da “Ulu Tanrı”dır. O, yaşam verici ve yaratıcıdır, ölüm de Tanrı’nın iradesine bağlıdır.Bütün bu inanışlar, Gök Tanrı’nın “eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onların varoluşuna hükmeden, cezalandıran ve ödüllendiren bir ulu varlık olduğunu” ortaya koymaktadır.Türk inanç sisteminin Gök-Tanrı dışında bir başka özelliği de Atalar Kültüdür. Ölmüş atalara saygı, onlar için kurban kesilmesi, ataerkil ailede baba egemenliğinin belirtisi sayılmaktadır. Kunların her yılın mayıs ayı ortalarında atalara kurban sunulduğu bilinmektedir. Eski Türkler’de en büyük kurban, bozkırlı Türk’ün kutsal bir duyguyla benimsediği “at”tır. Eski Türk bölgelerinde özellikle Altay’lardaki kurganlarda birçok at iskeleti bulunmuştur. Atalarla ilgili kalıntıların kutlu sayılması, mezarlara yapılan tecavüzlerin sert şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır : Batı tarihçilerine göre Attila’nın ikinci Balkan seferinin nedenlerinden biri, Kun hükümdar ailesine ait mezarların Margus (Belgrat dolaylarında, Tuna kıyısındaki kent-kale) piskoposu tarafından açılarak soyulmasıdır. Kunlar’ın büyük bir hakaret saydıkları bu işe piskoposu sevk eden etken, eski Türkler’in erkek ölüleri silah ve değerli eşyalarıyla; ölen başbuğları altın ve gümüş koşumlu atlarıyla; kadınları da süs eşyaları ve mücevherleriyle birlikte gömmeleriydi. Bunun nedeni, Türkler’in, öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların sonsuza kadar yaşadıklarına inanmalarıydı.Türkçe’de (Gök Türkçe, Uygurca) “ruh” için can anlamına gelen “tin” sözcüğü kullanılıyordu. Bu aynı zamanda “soluk” demekti. Ölüm, soluğun kesilmesi, ruhun bedenden ayrılıp uçması biçiminde düşünülüyordu. Bu yüzden de bazen “öldü” yerine “uçtu” denir, ruhları öbür dünyaya göç eden ataların, orada rahatsız edilmemeleri, iyi yaşamaları gerektiğine inanılırdı. Bu nedenle Eski Türkler’de mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın ya da mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir.Eski Türkler’de “ruh”ların insan biçiminde düşünülmesi söz konusu olmadığı için, tapınmaya ilişkin putlara da rastlanmaz. Türkler gizli güçleri olduğuna inandıkları doğa olgularına kutsallık vermekle yetinmişlerdir. Doğada gizli güçlerin bulunması inancı, Orkun yazıtlarında “yer-su” (yarsub) terimiyle yansıtılmıştır. Bu açıdan yer-su “kutsal” sözcüğüyle nitelendirilmiştir. Genellikle bu tür inançlarda maddi yaşam koşullarının, ekonomik ve toplumsal etkenlerin rol oynadığı kabul edilmektedir. Orkun yazıtlarında, Türkler’in yararına çalışan manevi güçler anlamında kullanılan yer-su sözcüğüne oldukça sık rastlanır. Eski Türkler’de kutsallık “ıduk” kavramıyla dile getirilmiş, özellikle Göktürkler’de sular, dağlar ıduk sayılmıştır. Her boyun her obanın bir kutsal dağı olmuş, bu dağ ıduk olarak benimsenmiştir
Gök Tanrı’ya sunulan bütün kurbanlar, adaklar ilgili dağa götürülerek orada törenle, şölenle gereği yapılmıştır. Orta Asya Türkleri arasında en yüce, en kutsal sayılan dağ “Ötüken”dir. Ötüken yalnız dağ değil aynı zamanda bir ormandır. Türkler ona büyük saygı göstermiş, adaklar sunmuş, kurbanlar kesmişlerdir. Kurban, iyi ruhların sembolü ve yerinin gökyüzünde olduğuna inanılan “Bay Ülgen” için kesilmişse başı “doğu”ya, kötü ruhların sembolü ve yeraltında olduğuna inanılan “Erlik” adına kesilmişse “batı”ya çevrilir.Dağların yanı sıra bazı tepeler, ormanlar, sular, ateş, gök gürültüsü, ay ve güneş de kutsal sayılmıştır: Bizans elçisi Zemakhos Orta Asya’da Batı Göktürk sınırına vardığında, Türkler’in onu ve arkadaşlarını alevler üstünden atlatarak kötü ruhlardan arındırdıklarını belirtmiştir. Kunlar döneminde güneş, ay, yıldız kültleri (daha sonra 6. - 8. yy. larda Türk toplulukları arasında değerlerini yitirmişlerdir) de rol oynamıştır; Kun hükümdarı her sabah doğan güneşe, gece de dolunaya saygısını belirtirdi. Ayrıca Gök-Tanrı’nın yanı sıra yer de büyük önem taşımıştır. Ancak, eski Türk belgelerinde geçen “yer” sözcüğüyle toprağın kastedilmediği, tanrısal gücün öğelerinden biri olarak “yer”i, tanın kültürüne bağlı topluluklardaki “toprak tanrısı” ile karıştırmamak gerektiği. Eski Türk dinine göre “yer”in de Tanrı tarafından yaratılmış olduğu araştırıcılar tarafından belirtilmektedir. Kabile Putları
Monoteizm Gerçekte Nasıl Oluştu?
"Der Spiegel" dergisinin kapak konusu’nun çevirisi.Monoteizm gerçekte nasıl oluştu?Ejiptologlar, Nil nehrindeki Piramid devletinden Kudüs’e kadar uzanan heyecan verici bir izi takip ediyorlar. Görüldüğüne göre Musa, esrarlı “Rafızi Firavun” Eknaton ile bağlantılı. Tek Tanrı’lı bir din zorunlu olarak şiddete mi sürükler?Dünya tarihinin ilk din savaşı olan Makabeler ayaklanmasında(M.Ö. 167) “Ehad” – “Allah birdir” diyerek binlerce yahudi öldü. Kendilerine işkence eden cellatlar onları işkence sehpalarına yatırıp tırnaklarını söktüler. Roma İmparatorluğundaki ilk hıristiyanların durumu da daha iyi değildi. Bunların çoğu Koloseyum’un karnında kayboldular. Orada asansörlerle arenaya çıkartılıp, ağızlarından salyalar akan Roma halkının çığlıkları altında arslanlar tarafından parçalandılar. Havari Petrus başı aşağı olarak çarmıh’ta canını verdi.Bu şehitlerin hepsi de canlarını bundan yaklaşık 3000 yıl önce Kenan’da başlamış bir hareket uğruna verdiler. Sami kavimleri o zamanlar, bugün 3,3 milyar yahudi, hıristiyan ve müslümanın inandığı bir Tanrı tablosu çizdiler. Zeytin dalı ve kılıç ile İncil’in resimsiz Tüm-babası’nı dünya’ya getirdiler. Muhammed, “Bizim Allahımız ve sizin Allahınız tek Allahtır” diyerek bu fikire yğun destek verdi. Bu varlık, dağları yerinden oynatıyor, çekirge yağdırıyor ve yedi günde yeri ve göğü yaratıyor. Ancak hıristiyan klise orglarında onun yüceliğinden bir nebze anlaşılıyor gibiydi. Antik devrin yahudileri ona YHWH kısaltmasını kullanarak tapıyorlardı. Kendisi kendini İncil’de şöyle takdim ediyor: “Ben, ben olanım.”

Bu grup, M.Ö. 740-705 yaşamış Amos ve Hoşea (Oze) zamanında saptanabiliyor. Bunlar öfkeli bir şekilde memleketlerindeki putperestliği yargılıyorlardı. İncildeki bu uyarıcılar her türlü hileye baş vuruyorlardı. İnsanları belalarla tehdit ediyor, aşağılıyor ve lanetler yağdırıyorlardı. Peygamber Miha (M.Ö. 740-705) halkı, putlarla fahişelik yapmakla suçlamıştır. Meslektaşı Eliya ise, Kişon ırmağı kıyısında 450 Baal rahibini öldürmüş olmakla övünürüdü.Heidelber’li din sosyologu Franz Maciejewski bu ilkel monoteistleri “fanatik zihniyet etikçileri” olarak tanımlıyor. Başkaları da ‘”Ruh’un eşek arıları” olarak tanımlıyor. Fakat ancak birbirini takip eden askeri facialardan sonra bu dini azınlık iktidara geldi:- M.Ö. 722 de asürler küçük devlet İsrail’i çiğneyip geçtiler.- M.Ö. 587 de Yuda devleti de Şark’lı orduların saldırısında özgürlüğünü yitirdi.20.000 civarında yahudi, savaş esiri olarak Babilon’a götürüldü, bağımsızlıkları artık bitmişti. Artık ancak şimdi, yurtlarından uzakta ve yabancılaşma tehditi karşısında Yahve rahipleri en başa çıktılar. Bir çoban gibi kuzularını Tümtanrı konumuna yükselen teselli edici’nin altında topladılar. Bununla beraber soğan gibi katmanlı, defalarca değiştirilmiş yüzlerce hikayelerden ve aktarmalardan oluşan bir nevi masal kitabı meydana geldi: İncil – bir labirint.Bu demek oluyor ki: Vahyi İlahi (Allah’ın vahiy göndermesi) hiç bir zaman olmadı.Vahyi ilahi daha ziyade M.Ö. 9-4 yy kadar süren uzun, kanlı ve çok zahmetli bir süreçti.Yahudiler bu saptmayla dini öncülüklerini kaybetmiş oldular. Çünkü M.Ö. 550 de Zerdüşt, çinli Konfiçyus ve iyonik doğa filozofları yaşıyorlardı. Onlar da ruhbaniyet açısından son sürat veriyorlardı. Filozof Karl Jaspers, “insanın ilk kez tüm Dünya’yı içsel olarak karşıladığı bu zaman” için “Akis zamanı” diyor.

Eknaton M.Ö. 1353 yılında tahta çıkmış ve hemen işe başlamıştır. Hizmetçileri, Delta ve Yukarı Mısır’a kadar giderek tapınaklardaki tanrı adlarını kazımışlar. Sadece Heliopolis’e (Güneş sehri) bir şey yapmamış, muhtemelen orada bu hareketin öncüleri yaşamaktaydı.Nasıl da bir devrim!Geleneksel olarak Mısır putları tapınakların kutularında saklanıyorlardı. Putlar, 40 cm boyunda ve gümüş, altın ve değerli taşlardan yapılmış figürlerdi. Baş rahipler putlara her gün yemek veriyorlar, süt banyolarında yıkıyorlar, üstlerini başlarını giydiriyorlardı ve bunun karşılığında putlar onlara ölüm sonrası için teselli ve umut veriyor ve onlara şefaat verip uğur getiriyorlardı.Aton ise gözle görülmez, salt ışıktan oluşuyor ve bu Dünya’ya yönelik idi. Bu rafızi (Eknaton)eski ölü kültünü ihmal ediyordu. Ceset mumyalayıcıları nüfuslarından kaybediyorlardı, öte dünya ile olan bağlantı kopmuştu.Monoteizm’in bu ilk peygamberi’nin her şeyi tuhaf ve daha önce hiç görülmemişti. Assmann diyor ki: “Eknaton, tarih’e giren en küçük olasılığı teşkil eder.”Memleketin tanrıları’nın tapınaklarında otlar biterken Eknaton, Aton için güzellik heykelleri diker. İlk önce Tebe’de 600 Metre uzunluğunda yüzlerce sunağı olan bir kurbanlık alanı yaptırır. Aton rahipleri orada her sabah sığırlar ve kümes hayvanları kesiyor ve kurban etini doğan güneş’e doğru tutuyorlardı.Bir Aton metiyesinde şöyle diyor: “Senin ışığın bütün memleketleri kuşatır. Sen, Bir Tek olarak milyonlarca dönüşüme (şekle) sahipsin.” Dünya’nın en eski evrensel tanrısı’na yazılmış bu metiye’de o zamana kadar rastlanmamış bir şairlik var.Kabartmalarda Eknaton asık karınlı ve kalın dudaklı olarak gösteriliyor. Arka kafası tuhaf bir şekilde arkaya doğru uzanmış, göz kapakları rüyada gibi aşağıya doğru asık. Karnak’ta 20li yılların sonundaki kazılarda bulunan heykellerde Eknaton neredeyse kadınımsı göğüslere ve belirsiz cinsel organlara sahip. Bunun Fallus mu yoksa vulva mı (erkek veya kadın cinsel organları) olduğu belli değil.Kral hastamıydı? Bazıları Eknaton’da hormon rahatsızlığı olduğunu söylüyor. Antik zaman arştırmacısı Immanuel Velikovsky, Eknaton’u homoseksüel eyilimle itham ediyor. Eknaton yoksa sadece rüya mı görüyor? Bu güneş peygamberi bir tek savaş’a dahi gitmemiştir. Hükümdarlığının beşinci yılında uzak Tell-el-Amarna çöl vadisine gitmiş ve hudut taşlarına yazılmış bildirilere göre bir daha da terk etmek istememiş.Aşetaton (Aton’un ufuğu) adında yepyeni bir şehir yapıldı. 50.000 memur, hizmetçi, prens ve berber göç ederek oraya yerleştirildi. Dışarıda (Suriye’ye kadar giden) veba hastalığı kol gezerken bu tuhaf firavun güzel karısı Nofretete birlikte süslü at arabasında ışık metroplü’nün sokaklarında geziyordu.Kabartmalar, kral’ı sevdiklerinin yanında kucağında bir bebek ile gösteriyor. Bilgilere göre 9 kız çocuğu olmuş. Fakat bir aile ahengine inanan kimse yok bu arada. Eknaton’un en büyük kızı Meritaton, oğlu Semenşkare ve annesi Teje ile cinsel ilişkilerde bulunduğuna dair işaretler mevcut.Hükümdarlığının 13. Yılından sonra eşi Nofretete hiç bir izi bulunmaksızın kayıp. Acaba bazı araştırmacıların düşündüğü gibi öldürüldü mü? Kesin olan: Şiddet ve teoklastik bir radikallik (Bugün’ün diliyle radikal dinci demektir ´Darvinist) bu hükümdarın başlıca özellikleridir. Halkın bütün kutsallarını ayakları altına almıştır.Zamanının taş üzerine çizilmiş resimlerinde “Saşau” denilen güvenlik memurlarından geçilmiyor adeta. Bu güvenlik memurlarının ellerinde uzun deynekler var. Sokaktaki halk çoğunlukla boynu bükük bir halde gösteriliyor, belki bir itaatkarlık göstergesi olabilir. Yoksa ama halk, güvenlik memurlarının dayağı altında mı sızlıyordu?Kesin olan: “Tanrılar” sözcüğü tabu idi. Kimse bu sözü ağzına alamıyordu. Ölü taş’a neredeyse işlenemeyen bedensiz ve şekilsiz güneş dairesi Aton’dan başka bir şey artık yoktu. Amarna rahipleri, yaratılmışların başına düşen ışığın ta kendisine hürmet ediyorlardı. Tanrısal yapılarının çatısı yoktu ve kurbanlar açık gök yüzünün altında veriliyordu.17 yıl sonra kabartmaların yumurta kafalı olarak gösterdiği guru öldü. Takipcisi Semenşkare altında bu hayal önce bir devam etti. Semenşkare’de öldükten sonra sekiz yaşında ve Tutanchaton isimli bir çocuk dümene geçti. Daha sonra Amun rahiplerinin baskısıyla çocuğun adı Tutançamun olarak değişti. Onun ünlü hazinesinde, sırt kısmında bir resim olan taht sandalyesi bulunmakta. Bu resim Aton’un ışınları altında oturan genç bir Tut’u gösteriyor. Daha sonra generalin biri darbe yaptı ve zamanın çarkını geriye çevirdi. Tanrıların bir nevi demokratik “geriye dönüşü” başladı. Bir yerde “Memleket bir hastalık döneminden geçiyor.” deniliyor. “Tanrılardan uzak kalma”dan bahsediliyor. Eknaton lanetlendi ve anısı silindi, ismi krallar listesinden kazındı. Sanki Mısır tek tanrı diktası kabüsundan tekrar uyanmıştı. Bundan 100 yıl önce idi, arkeologlar Eknaton’un ilk izlerine rastladıklarında onunla İncildeki Musa arasında bir ilişki kurmaya çalışmışlardı. İkisinin arasındaki paraleller ortada. Asmman şöyle diyor: “İkisinin müşterek belirginliği, her ikisi de gerçeği ve gerçek olmayanı ayırma eylemini, dışlamalarına ve kırımlarına en keskin derecede alet ve ölçü olarak kullanmışlardır (Bir başka deyişle: Onların gerçek dediği gerçek, yalan dediği yalandır ve herşey ve herkes buna göre belirlenir. - Darvinist).Ancak... mısırlı guru ve Sinai’deki adamın arasında hangi bağ vardır ki? Aralarında Nil’den Kudüs’e uzanan gizli bir iz, bir göbek bağı var mı?James Breasted, 1894 yılında Berlin’de doktora yapan amerikalı bir ejiptolog bundan ta o zamanlarda şüphelenmişti. Ona göre yahudiler ışık dininden bir şekilde haberdar olmuşlardı. Eski tarih arştırmacısı alman Eduard Meyer de buna katılıyor ve çöl göçünün içinde bir gerçeklik çekirdeği bulunduğunu söylüyor.Daha geniş bir şekilde daha sonra Siegmund Freud bu işe el attı. Ağır kansere yakalanmış haliyle 1937 yılında ve antisemitizm’in Almanya’da hayvani bir şekilde doruğa ulaştığı bir zamanda psikoanaliz’in babası son büyük çalışması olan “O adam Musa ve monoteistik din”i yazıyor: Bu çalışmasında şöyle bir fikir öne sürüyor: Musa aslında Heliopolis’de bir Aton rahibiyidi. Başarısızlıkla sonuçlanan din projesini seçtiği bir grup yahudi köle ile birlikte davayı daha küçük bir çapta devam ettirmek istedi. İsim yanında (ki, “Mose” mısırca dır ve “çocuk” demektir) Freud, çocuğun Nil nehri üzerine bırakılması efsanesinden şüpheleniyordu. İncil, Musa’nın ibrani bir cariyeden doğduğunu söylüyor. Daha sonra bu cariye, bebeği bir sepete koyarak Nil nehrinin sularına bırakıyor. Bebek sonra firavun’un kızlarının birinin ellerine geliyor. Çocuk evlatlık ediniliyor ve kral’ın sarayında büyüyor. Freud için durum böylece çok açık: Musa bir mısırlı idi. Çocuğu terk etme masalı sadece bir hile idi ve yabancı çocuğu “yahudileştirmek” ve böylece onu “Milli kuruluş miti’nin” merkezine yerleştirebilmek içindir.
Avusturyalı ruh biliminin kurucusu tarafından kurnazca düşünülmüş bir senaryo. Ve Freud hikayenin nasıl devam ettiğini de biliyordu: Daha henüz yarı müşrik olan yahudiler Musa’nın çok katı kurallarından usandılar ve onu öldürdüler.İlk bakışta garip gibi gelen bu hikaye aslında sağlam temellere dayanan ve din’in ta kalbine giden bir teoriye dayanıyor. Freud ölümünden kısa bir zaman öncesi, en büyük kutsalın kapısını açtığına inanıyordu. Daha 1912 yılında yayımladığı “Totem ve Tabu” adlı yazısında Freud, baba-oğul ihtilafınıın her türlü dini eylemin kaynağı olduğunu açıklamıştı. Freud’un modeline göre: İlk sürüdeki en kuvvetli erkek domine ediyordu ve bütün dişileri kendine ayırıyırdu. Gücünün mutlakiyetinden dolayı oğullardan ve erkek kardeşlerden mutlak itaat talep ediyor ve karşı koyanları hadım etmekle tehdit ediyor. Diğer erekler bu despot’a karşı beraber oluyorlar ve liderlerini öldürüp bedenini “totem yemeğinde” yiyorlar ki liderin gücü kendilerine geçsin. Sonra hepsi de suçluluk duygusu altında kıvranıyorlar ve pişman da oluyorlar çünkü kafilenin koruyucusu öldü. Bu yüzden eski ilk baba bilinç altına yerleştiriliyor, orada “totem hayvanı’na” dönüşüyor ve kafile tarafından geleneksel olarak hürmet görüyor. Böylece insanlığın ilk din sistemi oluşuyor.“İşte bu ilkel tiran”, diyerek Freud devam ediyor, tarihin çok daha sonrası bir dönemde meydana gelen Aton kültünde birden tekrar ortaya çıkıyor fakat bu kez sema’da. Yahve de bir tiran gibi davranıyor. Onun için halk Yahve’nin birinci elçisini öldürüyor, Musa ölüyor. Fakat böylece aynı zamanda o eski suçluluk kompleksi de daha da güçlü etki yaparak uyanmış oluyor.Bu tez her ne kadar teşvik edici olsa da tam doğru olamaz. Çünkü bu hikaye çok somut, çok kavranabilir şekilde düşünülmüş bir hikaye. M.Ö. 1250 yılında bir Aton bilgini ile birlikte Sinai’nin taşlık arazisinde ruhani deneylere başlayan bir yahudi kavimi hakkında arkeologlar hiç bir kanıt bulamadı.Gerçekte, M.Ö. 1250 yıllarında Sinai bölgesinde çoğunlukla “Hapiru” denilen yol kesici göçebeler yaşıyordu. Güney Filistin’de ancak yavaş yavaş yerleşen Şasu göçebeleri yaşıyordu. Yahudi diye bir etnitise o zamanlar yoktu, sadece oradan buraya göç eden çoban kavimleri vardı.Daha ancak M.Ö. 1000 yıllarında Kenan’da sabit rençber evleri çoğalmaya başladı. Bu klubelerde küçük sunaklar vardı ve atalar ve aile hayaletleri için kurbanlar koymaya yarıyordu. Dağlarda bölgesel kutsallar yatıyordu. İncil’e göre Kenan’da M.Ö. 8. Yy da her yüksek tepede ve her büyük ağacın altında daha kutsal ateşler yanıyordu.Bu korkulu politeistik korku dünyasına İncil yapıcılarının parlak Musa’sı bir türlü yakışmıyor. Daha Sinai dağından iner inmez halk’a ilk emiri –“Ben senin efendin Allah’ım”- bildirmiş. Daha sonra yoğun olarak devam ediyor. Çölün ortasında Musa bir göçebe çadırının iç donanımı için talimatlar verir: Halk orası için bakırdan ritüel kapları yapacak, kırmızı şerbet için bir masa ve birde altın’dan bir avize. Asil bir merhamet tahtı da marangozlar tarafından yapılıyor.Bunu tarif ederken İncil yazıcıları İncil, Musa 2. Kitap’da sayfalarca aslında Kudüs tapınağının M.Ö. 516 tekrar yapılmış şeklini tarif etmekten başka birşey yapmıyorlar. Yeni ve taze yapılmış binaya saygınlık ve onur vermek için sahtekarlar öyle yapıyorlar ki, sanki bu donanım Musa’nın çöl çadırında da varmış gibi. Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, Yahve rahipleri kendi kült planlarını gerçekleştirmek için Musa’yı şahmerdan olarak kullanmışlar. Din patronu sadece ağzını açıyor ve fakat vantriloklar (dudak kıpırdatmadan karnından konuşanlar) ruhbanlardı.Fakat yinede: Memfis Kudüs akisinde bir gerçeklik payı var. Yeni arkeolojik araştırmanlar da tek tanrı fikrinin yaratıcısı Eknaton ile onun efsanevi takipcisi Musa arasında bir bağlantı olduğuna inanıyorlar. Mısır’ın ışıldayan gücünün bir zamanlar doğu kıyısına kadar gittiğini İsrailli kazıcılar etkileyici bir şekilde kanıtladılar. Firavunlar yeni karliyetlerinde (M.Ö. 1550 - 1070) bütün Doğu Akdeniz bölgesini sömürgeci pençesinde tutuyordu. Garnizonları ve ordu arabaları Filistin’in bir ucundan öbürüne kadar gidiyordu.Merenptah’da (M.Ö. 1207) nişan taşında ilk kez, İsrail adında bir bölgede ezilen bir halktan bahsediliyor. Tahmin edilebilir ki samiler, firavun’un taş ocaklarında ve taş madenlerinde çalıştırılıyordular. Filistinli çobanlar ve bedeviler –kabartmalar üzerinde sivir sakallı olarak görülmekte- dolaysıyla işgalci gücün ruhban hayatını paylaşıyorlardı. Mısır, bır sürgün medeniyeti yapısına sahip ve bütün bilgeliğin kaynağı idi.Ezilen asyalı göçebeler de Büyük Eknaton’dan haberdar oldular. Aton’a hitaben yazılan güneş ezgisi ile (İncil’in) Eski Ahit’in en güzel şarkılarından 104. mezmur’u arsında dikkat çekici bir benzerlik vardır. Bu şarkı büyük olasılıkla mısırlı askerlerin karargahları ve Filisitnli müttefik beyliklerin üzerinden aktarıldı.Ve bir başka bağlantı daha var ki tarih kuyusunun daha derinliklerine iner. M.Ö. 17 yy’da Nil tahtı Hiskos denilen yabancılar tarafından çiğnenmişti. Hiskoslar Doğu’dan gelen insanlardı, aynı zamanda ilk yahudiler oluyorlar. Hiyerogliflerin yazdığı gibi: Yabancılar şehirleri yaktılar, kutsalları dağıttılar ve halka büyük bir düşmanlıkla davrandılar. Ön mevki olarak da Avaris kale şehrini inşa ettiler.Modern arkeoloji bu anlatımı özünde kanıtladı. Avaris, Nil deltasının doğu kenarında idi. Viyanalı Manfred Bietak, kalan harabileri yıllardır kazmakta ve sonuç: Hiskoslar 108 yıl iktidarda kaldılar. Krallarından birnin adı Ya’kobher idi ki, şüphe verecek kadar İncildeki kavim babası Yakob’a (Yakub’a) benziyor. Ancak M.Ö. 1550 yılında şehri geri alma çabası başlamış. Tekrar güçlenmiş firavunlar işgalcileri geldikleri çöle geri kovdular. Araştırmacı Maciejewski’nin inandığına göre: “Filisitn’e kovulmuş ve geriye göç etmiş bu kafilelerin hafızlarında, Mısır’da yaşadıkları dönem canlı olarak kalmış olmalı.” diyor ve, Hiskosların son büyük reisleri ve eski yazılarda Kudüs’un kurucusu olarak geçen Şamudi’nin bu efsanenin çıkış noktası olduğundan şüpheleniyor.Fakat bu esnada olaylar çok çarpıltılmış ve hatta tersine dahi çevirilmiş.- Hiskoslar fetihçi olarak geldiler.- Mısır’da kaldıkları süre parlak bir hükğmdarlık idi.- Daha sonra namsız bir geri çekilme oldu.Fakat Tevrat’ta bu üç bölümü tam tersine çeviriyorlar. Orada ibraniler için köleler deniliyor. Musa ile birlikte şerefli halde oradan çıkmadan önce Nil kenarında baskı altında yaşıyorlar.Bu tür çarpıtmalar efsane araştırmacıları tarafından gayet iyi biliniyor. Buna, “Anlatımsal inverziyon” diyorlar: Küçük bir başlangıç çok parlak olarak değiştiriliyor ve aşağılayıcı son daha da vurgulanıyor. Maciejewski şöyle diyor: “Millyetçilikte rencide olan, her zaman halkların sinir sisteminin düğüm noktaları olmuştur.” Ve dolaysıyla M.Ö. 9 ve 8. yy yahudi milletinin oluşmaya başlaması ile hikaye ona göre değiştrilmiş ve gururlu bir kuruluş mitos’u olarak anlatılmış.Ancak: Musa kimdi? Musa gerçekte yaşadımı? İncil´in önümüze koyduğu çarpıtma ve saptırma kargaşası arasında gerçek daha tespit edilebilirmi?Yinede: Filsitin dışında da Musa biliniyordu. İskenderiye ve M.Ö. 4. Ve 3. yüzyılda hellenik Mısır’da din icatsısı (Musa) üzerinde çok yoğun dedikodular ortalıkta dolaşıyordu. Antik çağ’da toplam sekiz yazar ondan bahsediyorlar. Yazarların anlatımlarında ancak Musa korkunç bir ışık olarak anlatılıyor. Onu cüzzam ve cilt hastalarının reisi olarak anlatıyorlar. En korkunç hikaye ise mısırlı tarihçi ve rahip Manetho’nun (M.Ö. 280 dolayı) anlattığı hikaye. Kendi zamanından 1000 yıl önce cereyan eden bir dehşet döneminden anlatıyor. Yazara göre o zaman memleketin üstünde bir lanet varmış. 80.000 cüzzam hastası Doğu çölü’nde köle olarak çalışıyorlarmış. Firavun onlara Avaris’te bir cüzzam kolonisi kurmayı müsade etmiş. Cüzzamlı köleler Aton kültünün bir merkezi olan Heliopolis’li bir rahibi kendilerine reis seçmişler. Bu rahibin adı: Musa.Musa eski tanrılara tapınmayı yasaklar. Mısırlıların kutsal hayvanlarını kesmişler ve nihayet Musa Avaris’in etrafını çevirir ve Hiskosları yardıma çağırır. Onlarla beraber Musa Mısır üzerinde bir dehşet ve şiddet hükümdarlığı kurar ve Mısır’ın tanrısal yapılarını mutfağa çevirir. Kutsal hayvanları kebap yapar ve tapınağı da tahrip eder.
Asmman için durum böylece çok açık. Tarih eski bir travma etrafında dönüyor ve Eknaton ve Hiskosların altında işlenmiş günah ve küfür zamanı’nı muğlak bir şekilde üst’e çıkarıyor. Bu bağlamda cüzzam hastalığı sadece kültik kirliliğin bir simgesidir. Ve bunların ortasında: Musa.Asmann bunun sadece bir hafıza izi olduğunu sanıyor. Çünkü tasavvur ve hayel gücüne gem vuracak resmi bir krallar listesi olmadığından, mısırlılar lanetledikleri ve dikkat dışı bıraktıkları rafizi firavun’u (Eknaton) bir canavar haline çarpıtıp adını da Musa koymuşlar. (Bir başka deyişle, mısırlılar Eknaton’a duydukları kötü hisleri ve onun zamanında kendilerine göre yaşanmış kötülüklerin hepsini Musa isminde birleştirmişler. Böylece Musa aslında firavun Ektanon dur denilmek isteniyor – darwinist)Kanadalı ejiptolog Donald Redford hatta o kadar iler gidiyor ve Manethos’un Musa efsanesinden bazı detayları Eknaton’un yaşamı ile bizzat bağlaştırıyor. Bilindiği üzere Mısır’ın Aton guru’su (Eknaton) Doğu çölünde köleler için bir yoğunlaşma kampı kurmuştur. Manetho’ya göre Musa’nın şiddet ve terör iktidarı 13 yıl sürmüştür – Enkaton’un Amarna iktidarı da 13 yıl sürmüştür.Bütün bunlar şu düşünceyi mümkün kılıyor: Lanetlenmiş ve unutulmuş firavun, mısırlıların kolektif hafızasında Musa olarak yaşamaya devam etti. Halk ağızı Amarna dönemindeki gerçek olayları dehşet ve kültük kirlilik hatıraları olarak en kötü şekliyle hafızasında tutuyordu. Eknaton zındıklığın ta kendisi olarak tanınmıştır.Buna karşın ilk yahudiler ise ki, onlar da Amarna güneş ayaklanmasını bizzat yaşadılar, guru’yu (Eknaton) bir deha olarak biliyorlardı. Eknaton/Musa korkulu hikayelerini kendilerine maledip ve fügürleri kendi dini amaçlarına göre renklendirdiler.Sinai masalının büyük bölümünün propaganda ve sahtekarlığa dayandığından artık hiç bir Eski Ahit uzmanı şüphe etmiyor. Bu meslek grubunun mensupları biliyorlar ki, monoteizm’e giden yol İncil’in anlatmak istediği gibi dümdüz değildi.
Kazılarda elde edilen bulgular gösteriyor ki, daha M.Ö. 900 yıllarında ibraniler henüz totemizm’e bağlaydılar. Yahve’ye iklim ve bereket tanrısı olarak hürmet ediyorlardı ve tanrı’nın cinsel suretini adım adım geriye ittiler. Olayların tarihi aslı üzerinde İncil’in kendisinde de açığa vurucu izler var. Batı samilerinin sayısız kavim efsaneleri kitabın içinde birbirine girmiş ve yoğunlaşmış. Bu esnada çok eski hikaye çekirdekleri ve ilaveler kalmış. Örneğin, Ateş dağında Musa ile Allah’ın karşılıklı sohbetlerinden sonra Musa öyle bir parlak ışığa bürülmüş ki, halkın gözleri kamaşmış. Musa, Allah’ın nurunun bir suretidir. Araştırmacı Reik bu sahneyi, şamanı’ın totem hayvanının postunu giydiği bir ritüelden “artık kalan görüntü” olarak değerlendiriyor.Bu gelişmenin sonunda fakat yahudiler Allah’larını devasa boyuta ve suretsizliğe yükseltmişlerdi. Buz gibi ve uzak bir yerde inananların üzerinde tahtında oturuyor. “Benden önce hiç bir Tanrı olmadı ve benden sonra da hiç bir Tanrı olmayacak” diye peygamber Yesaya Babil tapınağının ayağına M.Ö. 530 da yazmış.Artık tek tanrı inancı tamamen yerine oturmuştu.Yesaya, etrafı yabancılığa bürünmüş, terk edilmiş, yalnız ve çareszdi. Sürgünde olan yahudi halkı çözülme tehlikesi ile karşı karşıya idi. Musa 5. Kitabın tanıdğı tek bir korku vardır: Unutmak, unutulmak. Kendini dinleyenler bu uyarıyı defalarca tekrarlamıştır. Çünkü unutmak demek, örf ve adetleri kaybetmek ve geldiği ve tekrar ger gideceği memleketini düşünmeyi bırakmak demektir. Dolaysıyla sürgünler kendi aralarında kaldılar.Şabbat’ın kutsallığını korumak, temizlik hükümleri ve yemek içmek tabuları, hepsi de oluşturuldu, geliştirildi. İsrail, ebediyetin sancağı altında toplandı. “Köle evi” Mısır düşüncesi artık şimdi tam anlamıyla şekillendi. Rahiplerin parolası: Başınızı eğmeyin. Biz daha önce de çamura batmıştık ve kurtulduk ve memleketimize muzaffer olarak geri döndük.Gerçekte M.Ö. 516 yılında ezilen bu halk için memleketlerine dönmek fırsatı çıktı. Pars Dünya imparatorluğu’nun çok cömert hükümdarı Kiros, sürgünde olan yahudilerin memleketlerine geri dönmesi için müsade verdi. Artık Yahve’nin adamları tam olarak dümenin başına geçtiler küçücük pars vilayeti “Yahud”ta kendi fikirlerine göre olan gerçek din’i geçerli kıldılar. Bu din bir Baba din’i idi ve bir çok dehşet ve şiddet işaretleri içeriyordu.Artık asıl şimdi rahipler, yahudi ruhunu bugüne dek simgeleyen işi sahnelemeye başladılar. Bebeklerin sünnet edilmesi Allah ile aralarında yapılan ahit’in anlaşmanın) sembolü konumuna yükseltildi: “Ve Yoşua taş’tan bir bıçak yaptı ve ‘Ön derilerin tepesinde’ İsraillilerin ön derilerini kesti.” diyor İncil. Ancak ondan sonra kutsal topraklara ayak basma müsadesi alabildiler. Bu nişan ile, bu yara ile Yahve ile yapılan “evlilik” artık geri dönülemez bir şekle sokuldu. Onların öncüsü olan firavun Eknaton sadece 17 yıl dayanabildi fakat Allah’ın oğulları her türlü mürteye ve zındıklığa karşı bağışıktı. Allah’ın dinden çıkanları ne kadar korkunç bir şekilde keserek cezalandıracağını anlamak için sadece erkekliklerine bakmak yeterlidir.En son olarak da kendilerini hareketin başına geçiren son bir hile daha yaptılar. Tamamen çarpıtılarak Musa’yı (Mısırca=çocuk) monoteizm’in ilk başladığı yere götürdüler ve tahmin edilebilir ki, böylece moteist din’in icat ve miras hakkının yahudi kültüründe kalmasını sağladılar. (Bir başka deyişle yahudiler Eknaton’un monoteist fikrini kendilerine malederek, ilk monoteist kavimin kendileri olduklarını öne sürüyorlar)

Her şeye rağmen Orta Doğu bunlardan 2500 yıl sonra hala bir barut fıçısına benziyor. Dindeki gerçek ve yanlış’ın musevi usulü ayırımı Şark ve Garp’ta aynı şekilde mevcut ve bu ruhani kültürel alan müşterek olduğundan bunun içi düşmalıkla doludur. Bölücü bir balta dır.Teologların çoğu farklı fikirdeler. Teolog Lukas Bormann “Assmann bizi sarstı” diye gerçi itirafta bulunuyor ve yine İncil’in radikal bir telaffuzu olduğu ve bir çok polemik içerdiğini söyledikten sonra, “Fakat bunun sebebi, yazıların neredeyse hepsinin güçleri elinden alınmış yahudi elitler tarafından yazılmış olmasıdır.” diyor.Ancak, işte tam bu güçsüzlük ve çektikleri eziyetin yahudileri ahlaken yücelttiğini söylüyor Bormann. “Tüm insanlığa örnek olarak bu yahudiler köleliğe ve ezilmeye karşı seslerini çıkarmışlar ve insanın genel barış özleminin sesi olmuşlardır”, diye devam ediyor.Bunu Assmman da inkar etmiyor. O da yahudi ruhunun başarılarını başkalarından daha iyi bilmekte.En son kitabında şöyle yazıyor: Yahudilerin gayesi hiç bir zaman insanın hataları konusunda (hataları yüze vurmak) olmamıştır. Gaye, insanın temel yaşamsal günahkarlığı, faniliği ve Tanrı’dan uzaklığı dır. Bunlardan yola çıkarak pişmanlık ve şimdiye kadar yaşadığı günahkar yaşamdan geri dönme talepleri doğmuştur.Pişmanlık ve geriye dönüş- kutsal yazının derin talebidir. İncil’de 51. mezmur bununla bağlantılı insanın kendine dönüşünü çok açık ifade ediyor: Allah’ın en çok sevdiği kurban, kızgın bir uh, kırılmış ve ezilmiş bir kalptir.
Matthias Schulz
