31 Ocak 2007

İslamda Ganimet

Oncelikle, ganimetin muslumanlarina "helal" kilinma asamasini, takiben de islam icin nasil vazgecilmez bir ana gelir kaynagi haline geldigini, bu arada "yuzeye" cikarilip muslumanlarin bilgisine sunulmaktan ozellikle kacinilan, "devr-i saadet" te sebep oldugu kavgalari,entrikalari, dusmanliklari da ortaya koyacagiz.
Bildigimiz gibi ganimet, bir savasta, dusmandan ele gecirilen her turlu mal,esya,silah ve paraya denir.
Kuran'daki Enfal suresi:67-68. ayetlerde, Muhammed'den onceki peygamberler zamaninda, inanmayanlarla yapilan savaslarda ele gecirilen mal helal degildi.
Kuran'dan sonra Muhammed'e bakalim:"Onceki ummetlere helal olmayan bazi seyler, bize helal kilindi, bunlardan biri de ganimettir."
-Tecrid-i Sarih,Diyanet terc.no:223; Buhari,Humus,8.bap-
Muhammed, Medine'ye "hicret" ettiginde, islam henuz oldukca gucsuz durumdaydi. Daha bir din olarak kurumlasmamis, inanalar da gelir kaynaklarindan yoksundular. Yapilabilecek tek sey vardi, o da "cihad" adi altinda baskin ve savaslarla ganimet elde etmekti. Oncelikle, medine'ye gectiklerinde Muhammed, sehrin oradaki gercek sakinleri olan oneml yahudu kabilelerinin hepsiyle, ayni sehirde/vatanda baris icinde yasama ve disaridan gelecek her turlu saldiriya karsin, din farki gozetmeksizin beraber savunma icerikli bir "vatandaslik antlasmasi" yapiyor. Elbetteki o siralarda henuz islamin en gucsuz oldugu donem oldugu icin Muhammed'in bariscil soylemlerini dikkate alan Medineliler, bu antlasmayi kabul etmekle, nasil bir tehlikeye dustuklerini dusunememislerdi. Cunku bu antlasma, Mekkeli Musriklerin dusmani olan Muhammed'i desteklemek anlamina geliyordu. Bu antlasma, Muhammed' kendi guvenligini saglama aliyordu, ama, o zamana kadar Mekkelilerle hic sorunlari olmayan Medine yahudilerini zamanla oldukca buyuk sikintilara sokacakti.
Bu baris antlasmasindan yaklasik 17 ay sonra Muhammed, Abdullah bi Cas komutasinda on-oniki kisilik bir birligi, asayisi kontrol etme amaciyla Batn-i Nahle denilen bolgeye gonderir. Haram aylardan 2recep" ayidir. Birlik oraya varinca dort kisilik Mekkeli bir ticaret kafilesiyle karsilasir. Adamlar ne kadar, umre ibadetinden yeni cikmis olduklarini soyleseler de, muslumanlar adamlardan birini oldurup(ki, Mekke'nin cok onemli bir ailesine mensuptur),ikisini esir alirlar, bir kisi de kacmayi basarir. Ayrica butun mallarina da el konulur.
-T.Diyanet Vakfi,Islam ansiklopedisi,Abdullah bin cahs mad.; Halebi,Insanul Uyun,Batn-iNahle-
Haram aylarda savasmak kesinlikle yasakti. Hatta o donemdeki adetlerce, bu ayda bir kisi, babasinin katiliyle karsilassa ona asla dokunmaz/dokunamazdi. Boyle bir olayin hem haksiz olarak, hem de kutsal bir ayda meydana gelmesi, Mekke halkini infiale getirdi. Oyleki, oldurulen kisinin(Amr) agabeyi Mekke sokaklarina ciplak olarak cikip feryet ediyordu. Bu "vukuat" Mekkelilerin harekete gecmesine ve dusmanliklarin derinlesmesine sebep olan ilk kivilcimdir. Bu olay ayni zamanda Muhammed'le antlasma imzalamis olan medineli Yahudiler'i de kuskulandirdi, "Bu adamin tavirlarindan oyle gorunuyorki, gelecekte basimiz cok agriyacak, hatta bizi de rahatsiz edecek" dusuncesine kapilmaya basladilar.
Muhammed, Medine'ye muhtac ve korunmasiz olarak dusmustu. Medineliler onu sadece misafir olarak kabul etmekle kalmayip, "vatandaslik antlasmasi"bile imzalamislardi. Yani oraya cani gonulden kabul edilmissin, boyle vukuat yapmanin ne anlami var?..
Sonucta, cevresindeki hosnutsuzlugu da sezen Muhammed, imajini tekrar duzeltebilmek icin, once o adamlarina kizar gibi gorundu. Hatta ganimetten kendisine dusen payi bir sure almadi. Derken fazla da gecikmeden yukaridan ayet "iniverir" tabii:
"Senden haram ayda(recep) savasin dogru olup olmadigini sorarlar. De ki,o ayda savasmak bbuyuk gunahtir. Ancak (insanlari) allah yolundan cevirmek, allahi inkar etmek, Mescidi haramin ziyaretine engel olmak ve halkini oradan cikartmak allah katinda buyuk katindir."
-Bakara:217-
Burada, hem recep ayinin kutsalligi kabul ediliyor, etrafin gonlu alinmis oluyor, hem de cinayeti ve soygunu yapanlar savunulmus oluyor. Zaten bu ayetten sonra Muhammed'de payina dusen ganimeti aliyor. Bu, islam tarihindeki "ilk ganimet"in oykusudur.
Yakaladiklari o iki "esir"e ne oluyor peki? Muhammed o ikisinin serbest birakilmasi icin fidye istiyor. Ve kelle basi 1600 dirhem/yaklasik 4752 gram gumus karsiligi serbest birakiyor...
-T.D.V.Islam ansiklopedisi,5/203-
O bir kisiyi olduren sahsi da o ayetlerden sonra, ganimet ve paranin sevinciyle "emirul muminin" lakabiyla odullendiriyor. iyi de olayin ilk zamanlarinda bu vukuat icin bayagi kizar gibi gorunmustu, hatta ganimetleri almayi bile reddetmisti. Peki ne oldu da boyle 180 derece dondu acaba?..
Ganimet elde etmeye bu sekilde baslandiktan sonra gerisi corap sokugu gibi gelmeye basladi zaten. Ilk baslarda, etrafindakileri sozde"savas"a tesvik etmek icin Muhammed soyle bir kural koyar:"Kim savasta bir kafiri olduruse, o kisinin uzerinde bulunan kilic,kalkan, elbise gibi sahsi esyasi oldurene verilecektir"Bu esyaya seleb denirdi. Muslumanlar zamanla cogalinca bu uygulamayi kaldirir. Artik hersey bolusulecektir.
-Buhari,Hars,8;Humus,18, Muslim,Cihad,46,no:1571-
Bu batn-i Nahle olayini hemen muteakiben Muhammed ve adamlari, Ebu sufyan baskanligindaki yaklasik kirk kisilik -silahsiz- bir Mekkeli ticaret kervaninin yolunu kesmek ve yeni ganimetler elde etmek ister," Gelin bu kafilenin onunu kesmeye gidelim, olaki onlarin mallarina ganimet olarak el koyariz." der.
-T.D.V.Iskam ansiklopedisi,1/89,5/203-26. -
Ve 350 kisilik silahli bir gurupla beraber yola cikar. Ama ne var ki, kervandakiler bunu onceden haber alarak yollarini degistirirler ve Mekkeye sagsalim varirlar. O kervan gercekten onlarin eline gecseydi, Muhammed ve ekibi gercekten biranda esasli bir sekilde zengin olacaklardi cunku o kervanda mekkeliler icin oldukca buyuk bir servet vardi. Sonra bu kervanin niyeti kotu olsa, silahsiz bir sekilde Muhammedin bu kadar yakinindan niye gecsinler?
E kardesim, daha bir ay once haram ayda silahsiz dort kislik bir tuccar grubundan, bir kisiyi oldurup iki ikisiyi rehin aldiniz, mallarina da el koydunuz. Simdi yine masum ve silahsiz insanlarin mallarina silah zoruyla, gerekirse yine kan dokmek pahasina el koymak istiyorsun. Bunu ne hakla yapiyorsun? Bunun neresi cihad?
Yine cok gecmeden bir baska vukuat daha:Suleymanogullari denen, simdiye kadar Muhammed ile hicbir anlasmazligi olmamis bir kabileden bir kisi koyunlarini guderken yanindan gecen Muhammed'in bir grup silahli adaminin saldirisina ugrar. Adam onlari gorunce kelime-i sehadet getirip selam verir. Buna ragmen adami oldurup, koyunlarina el koyarlar.
-Buhari,Megazi,45,Nisa tefsiri,17.bap-
Tabii, bu olay uzerine cevrenin tepkisi daha da artmaya baslar Muhammed'e karsi. Antlasmali oldugu Medineli yahudiler de artik Muhammed'in bu vukuatlarindan oldukca rahatsiz olmaya, Muhammed ve ekibine iyice mesafeli durmaya baslamislardi. Bu durumlara karsi Muhammed'in ihtiyac duydugu ayet de inmekte gecikmez elbette:
"Ey inananlar,allah yolunda savasirken (savas mi?!)iyice arastirin.Size selam verene, Dunya menfaatini gozeterek 'sen mumin degilsin' demeyin. Cunku allah katinda ganimetler/zenginlik yollari coktur."
-Nisa:94.-
Yani burada Muhammed/allah demek istiyor ki: "Yaw kardesim, ganimet icin boyle ufak tefek islerle ugrasipta basimiz agritmayin,karizmamizi da cizdirmeyin. Ganimet kazanmanin, zengin olmanin bir suru yolu var, buyuk vurgunlar yapip ganimete bogulacagiz zaten, merak etmeyin biz isimizi biliriz."
Derken sonrasinda, ilk onceki cinayet,gasp ve fidye olayi ve takiben kervana baskin tesebbusunden sonra Mekkelilerle Bedir savasi oluyor. Bu Bedir savasi neticesi ele gecen esirlerden yuklu miktarda fidye aliniyor, mallarina da ganimet olarak el konuluyor.
Bu ganimetlerin dagitimi konusunda Muhammed ile adamlari arasinda kavga cikiyor. Kavganin sebebi de Muhammed'in Enfal suresinin ilk iki ayetini indirerek, ilk basta mallarin hepsinin uzerine yatma cabasi. Enfalin ilk iki suresinde kisaca "Senden ganimetleri soruyorlar, deki ganimetler Allah'a ve peygamberine aittir. gercek muslumanlarsiniz allaha da Muhammede de itaat edin, yoksa yakarim ciranizi" mukabilinde yoklama cekiliyor muslumanlara.
Tabii muslumanlarin itirazlari azalacagina siddetle artarak devam ediyor. Bunu uzerine artik daha fazla dayanamayan Muhammedin imdadina yine yuksek yerden yardim geliyor tabii: "Eger Allah'a ve hak ile batilin ayrildigi gun (Bedir Savasi) gunu kulumuza indirdigimize inanmissaniz bilin ki, ganimet olarak aldiginiz herhangi birseyin beste biri allaha,resulune,onun akrabalarina, yetimlere, yoksullara ve muhtac kalmis yolculara aittir."
-Enfal:41.-
Yani gordugumuz gibi, ayni surenin ilk ayetleri "ganimet manimet beklemeyin" derken, takibinde ayni sure de ilerleyen ayetlerde "yeter lan susun, anladik iste, allahiniz varsa beste dordune razi olursunuz artik." babinda itirazlar sona erdiriliyor. Iyi de, hadi muhammedin bu ganimet kavgasindan gozu yildi, kardesim, allahinda mi gozu yildi ki fikir degistiriyor, nebisiyle kavga edenlere, kendi ayetlerine karsi cikanlara keyif bagisliyor?!
Bu arada, "Muhammed cok fakirdi ve fakir olarak yasamistir." diyenler, Muhammed, henuz Medine'nin ilk gunlerindeyken haklidirlar elbette. Ama Ganimetler, fidye paralari gelmeye basladiktan sonra birak acligi, kesinlikle bir daha yokluk ve sikinti cekmedikleri gibi epeyi de dunyalik yapmislardir ki, bu da daha sonra ayrintilariyla burada gosterilecek.
Bir baska ganimet mevzusuna deginelim: Ali Yemen'den ganimet olarak bir miktar altin getiriyor. Muhammed'de bu altinlardan henuz yeni musluman olmus birkac kisiye biraz fazlasiyla dagitiyor. Bunun uzerine muslumanlardan yine itirazlar yukseliyor. Hatta bir sahabi cok sert bir sekilde, yuksek sesle muhammede,"Adil davran, allahtan kork!" diyor. Halid bin Velid de "birak sunu oldureyim" deyince Muhammed,"Hayir, olmaz, karsi taraf, 'ganimet icin kavga ediyorlar' diyebilir" diyor ama adamin gelmis gecmisine, gelecegine de cok kotu bir beddua ediyor.
-Buhari,Tevhid,23;Edep,71,93, Tecridi Sarih,Diyanet terc.no:1642-
Yine bir baska savas -Havazin Savasi- sonrasi muhammed, henuz yeni musluman olmus olanlara kalpleri isinsin, islamdan cikmasinlar diye (aslinda bal gibi rusvet!) yaklasik 1100 adet deveyi bolusturuyor. Bu paylasimda iste o taze muslumanlara adam basi yuzer deve dusuyor. Kalan muslumanlara onlardan cok daha az veriyor. Tabii itiraz hemen yukseliyor yine. Iclerinde bir sair olan Abbas bin Mirdas oyle bir sinirleniyor ki, Muhammedi elestiren cok hararetli bir siir okuyor. Bunun uzerine muhammed, ona da yuz deve veriyor. Verirken de "Ben bu dagitim isinde ancak bir memurum, benim bunda bir iradem yoktur." diyor.
-Ebu Davud, Harac, 13. bap no: 222949-
Su islere bakin, bunlar alemlere rahmet,kainatin efendisi muhammet ve mubarek sahabeleri degil, kavga dogus ganimet bolusen karakorsan ve tayfalari muhteremler.
Simdi cok daha renkli bir kavgaya gelecegiz:Yine bu savasin ganimet bolusumu sirasinda, Osman, evet daha sonra halife olacak su meshur Osman, daha once "inen" Enfal suresinin 41. ayetinde gecen "Ganimetin beste birinden, Muhammed'in akrabasina da pay verilir" sozu uzerine, hisimla gidip muhammed'den "ben de senin akrabanim!"deyip fazladan pay istemis, Muhammed'de "Evet ama, sen bizim yakin akrabamiz degilsin." diyerek pay vermeyi reddetmistir!
-Tecridi Sarih,Duyanet terc.no:1426-
Daha sonra Hayber Yahudilerden alindiginda, Muhammed, bu enfal 41'e dayanarak,kendi kizi Fatma da dahil 5 adet yakin akrabasina adam basi 40'ar vasak-yaklasik olarak 5'er ton- hurma verir. Ayrica kendi karilari olan Ayse,Hafsa,Ummu Habibe, Cuveyriye,Zeynep binti Cahs,Safiye,Meymune ve Ummu seleme'ye 100'er vasak-yaklasik 12-13 ton- hurma verir.
-Tecridi Sarih,1225,1844-
Bu arada kucuk bir ayrintiyi es gecmeyelim:Muhammed Bedir savasinda ele gecen ganimetler arasindan bir kadife parcasini calmakla bile suclanmistir sahabelerince! Tabii, yukaridan hemen "hoop,noluyo orda bakiim!" babinda ayet inmekte gecikmez: Bir peygambere hiyanet yakismaz.Kim emanete (devlet mali olan ganimete)hiyanet ederse kiyamet gunu hainlik ettigi seyin gunahi onun boynuna asili olarak gelir."
-Al-i Imran:161-
Yaw, bu nasil bir imanmis ki peygambere bile hirsi dedirtmekten gocundurmuyor?Bu ganimet kavgalari Muhammed zanmaninda da, oldukten sonrasinda da devam edip gitmistir.
Muhammed Beni Nadir Yahudilerini kovup, mallarina el koydugunda da etrafindakiler onunla ganimet husunda kavga etmislerdi. Aslinda bu sefer ki biraz degisik cunku, Beni Nadir ile savasmadan, kan dokmeden yerlerinden cikartip, mallarina el koymuslardi. Ki bunun adi ganimet degil "Fey" dir.
Bu ele gecen fey i Muhammed tamamiyle kendisine ayirmisti. Bunu uzerine cok hararetli itirazlar yukseldi yine. Derken, hemen yukaridan mudahale ulasir tabii:" Allahin onlarin mallarindan peygamberine verdigi fey icin, siz ne at ne de deve surmediniz. Fakat allah peygamberlerini diledigi kimselere karsi ustun kilar.Allah hersye kadirdir.Allahin, fethedilen ulkeler halkinin mallarinda peygamberine verdigi fey, Allah,peygamber,yakinlari,yetimler,yoksullar ve yolda kalmislar icindir. Boylece o mallar, icinizden yalniz zenginler arasinda dolasan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alin,size ne yasakladiysa ondan sakinin. Allahtan korkun. Cunku allahin azabi cetindir."
-Hasr:6,7-
Iste ganimet tanrisindan ayetler..Firsat buldukca muslumanlari savasa kiskirtmak icin yukaridan ayet indiren, akabinde cikan ganimet kavgakarina yine ayetlerle mudahale eden bir allah..
Su ganimet tesviki ayetlerinden bir ornek daha vereyim ki durumun vehameti iyice anlasilsin:
"Allah, onlari elde edecekleri bircok ganimetle (Hayber fethi) mukafatlandirdi. Allah ustundur, hikmet sahibidir. Size elde edeceginiz bircok ganimet VAAD etmistir. Bunu (Hayber'de) hemen size vermis ve insanlarin ellerini sizden cekmistir ki, bu muminlere bir isaret olsun ve allah sizi dosdogru bir yola iletsin. Bundan baska, sizin guc yetiremediginiz, ama allahin sizin icin kusattigi ganimetler de vardir. Allah her seye kadirdir."
-Fetih:19,20,21-
Yaw, neden hep ganimete yonlendirir ki? Bu mu senin evrensel sistemin? Savas ve ganimet pesinde kosan kabile tanrisi ve avanesi...
Simdi diger baskin ve savaslar ve elde edilen ganimetlere kisa kisa deginip, akabinde gozlerin -faltasi acilacagi - baska bolumlerine gececegim bu ganimet konusunun.
Yine Muhammed zamaninda sadece Mureysi baskininda ikibin deve ile besbin koyun ele gecirilir.
-Vakidi,Megazi,1/411-
Yine baska bir baskindan:(Necd bolgesi) Muhammed bir gurubu baskina gonderiyor.Sahabeden Ibn-i Omer anlatiyor:"O baskindan herbirimize 12'ser deve dustu. Muhammed ayrica yine herbirimize birer deve daha verdi. "
-Buhari, Megazi, 57. bap-
Taif seferinde yine Muhammed doneminde, 6000 esir,24000 deve, 40000 den fazla koyun ve 4000 ukkiye de gumus para ele gecirilmisti.
-Halebi,Insanul Uyun,3/122.-
Yine Muhammed, yirmidort kisilik bir grubu Amrogullari baskinina gonderir.Bu baskinda her bir kisiye 15'er deve duser.Ayrica bir baska grup, baska bir baskinda 196 deve ile 14 tane de kadin ele gecirir.Bu kadinlari da develer gibi aralarinda bolusup cariye olarak kullanima alirlar.
-Taberi,age,5/642.-
Havazin savasinda her bir kisiye 4'er deve ve kirk'ar koyun dusuyor.
-Ibn-i Kesir,Bidaye,4/354.-
Daha bunlar gibi irili ufakli bircok baskin ve savas ve getirisi ganimetler...Yine de simdilik bu kadar ornek yeter diyorum.
Simdi Muhammed fakirdi, fakir olarak yasamisti gibi argumanlara donebiliriz:Kardesim, bu kadar mal, mulk, kole,cariye, fidye ye garkolmus bir insan nasil artik fakir olarak yasayabilirmis? Adam gidip te kazandigi tum bu "helal" parayi, kumarhanelerde mi yiyordu yoksa?
Tabii ki Ayse,"Baslarda Muhammed olmak uzere hepimiz cok aclik cekiyorduk" demis
-Tecridi Sarih,no:1124.-
ama,o zamanlar Medine doneminin ilk yillariydi ve henuz ganimetlere baslanmis degildi. Muhammed, baskin ve yagmalara basladiktan sonra yasamlari degisti zaten, bayagi varlikli bir yasam surmeye basladilar. Mesela Ayse, bir defasinda bir sahabeye kusuyor ve bir daha onunla konusmayacagim diye yemin ediyor.Ama birgun gelip onula kunusuyor.Bunu akabinde yemin kefareti olarak bir anda tam kirk(40)adet koleyi azad ediyor.
-Buhari,Edep,62.bap-
Bunu neresi fakirliktir?!!
Evet simdi Muhammed ve sahabelerinin gozlerinizi faltasi gibi acacak, ganimet sayesinde elde ettikleri serveti gorelim:
Halife Osman oldugunde, ondan varislerine kalan para:150000(yuzellibin)dinar altin para-yaklasik 4,5 ton altin-!
Zubeyr bin avam oldugunde kalan mirasi:400 bin dinar altin para-yaklasik 12 ton-ayrica bin kole ve cariye ile bin adet kisrak.Ayrica ,Basra,Misir,Kufe ve Iskenderiye de 4 adet malikane.
Talha bin Ubeydullahin Iraktaki gunluk geliri:1000 dinar-yaklasik 30 kilo altin-di.Ayrica,Medine ve Kufe de iki adet malikane.
Sad bin Ebi Vakkas: Medinenin en guzel bolgesinde devrinin en buyuk malikanesi.Abdurrahman bin Avf: Bin at, bin deve, onbin koyun, 2,5 ton altin,ayrica degeri 3 ton altini bulan bir kac ciftlik.
-Asri saadette Islam,2/66-
Muhammed'e gelince;Muhammedin servetinin buyuklugunu anlayabilmek icin, butun karilarina nafaka adi altinda her birisine verdigi mala bakmak lazim:her bir karisina yilda 100 vasak-yaklasik 12-13 ton hurma verirdi.
-Ebu Davud,Diyat,no:4494-
Ayni zamanda Beni Nadir,Fedek,hayber ve ireyne bolgelerinde hurma bahceleri, sayisini kendinin bile bilmedegi develer ve sayfiye koyleri vardi.
-Tecridi sarih,1173 nolu hadisin serhi,8/236.-
Bu arada oldukca"onemsiz!" bir ayrintiyla renklendirelim:Muhammedin olumunden sonra Ali ve Fatma Muhammedin gayri menkulleri hakkinda veraset talebinde bulunurlar. Ama Ebu bekir ve omer, bu mallari onlara vermeyi red ederler! Buna da sebep olarak Muhammedin peygamberin mirascidsi olmaz sozunu gosterirler.Bunu uzerine Fatma olunceye kadar ebu bekir ve Omerle konusmaz.
-Buhari,Muslim,el lu'luu ce'l mercan,no:1149-1150-
Iste, adam oldugunde bile hala ganimet kokenli veraset kavgasi!...Ben baska yorum yapmiyorum.Islam iyice genislemeye basladigindaki durumuna kisaca goz atip, mevzuuyu noktalayacagim:
Yalnizca cizye(musluman olmayanlardan alinan kelle vergisi) geliri olarak sadece tamamen islama girmeden once Irak'tan islamin kasasina giren para:En fazla oldugu donem,188 milyar dirhem gumus !
- Prof.dr.Zekeriya kitapci,Yeni Islam Tarihi ve Turkler,299-303-
Valla ben hesaplamaya usniyorum herhalde bilmem kacbin ton yapmasi lazim.
Diger fethedilen ve cizye alinan ulkeleri katmiyorum! Varin yapabilirseniz siz hesaplayin su islamin ulastigi servetin boyutlarini. Bu da ev odevi olsun.Evet, konu cok uzun ve daha da derinlestirilerek incelenebilir.Fakat ben bu konuyu da bu boyutlariyla simdilik yeterli buluyorum.

Kuran'ın Derlenmesi (Süleyman ATEŞ)

Eski Diyanet işleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş'in Gerçek Din BU 2 kitabındaki konu ile ilişkin yazısını zerre kadar yorum katmadan sadece özetleyerek kendi sözleri ile alıntılıyorum. Prof.Dr. Süleyman Ateş Kuran'ın nasıl Derlendiğini anlatıyor. ( gerçek din bu 2 kitabından sayfa 127-135 )
A- BİRİNCİ DERLEME
Peygamber devrinde vahiy devam ettiği için Kuran-ı Kerim toplanıp bir kitap haline getirilmemişti.Ömer , ebubekir'i Kuran'ı yazdırmaya ikna etti. Zeyd Bin sabit bu iş ile görevlendirildi.Zeyd, Kuranı araştırmaya hurma dallarından yassı taşlardan ve insanların hafızalarından başladı.zeyd,Tevbe suresinin son iki ayetini yalnız Ebu Huzeyne el-ensari'de buldu. İkinci derlemede ise Ahzab suresinin 53. ayetini yalnızca Huzeyme ibn sabit'ten almıştı.Zeyd'in derlediği ilk Mushaf ölümüne kadar ebubekir'de kaldı. Sonra ömer'e geçti. Ömer'in vefatından sonrada Hafsa'ya geçti.
B- İKİNCİ DERLEME
Hz. Osman döneminde İslam devletinin sınırları çok genişlemişti ve farklı dilleri konuşan kişiler Müslüman olmuşlardı.Bu kişilerin Arapça okuyuşları çok farklı idi ve sonunda birbirlerini küfr içinde olmakla suçlamaya varacak kadar ileri gitmişlerdi.özellikle Ermenistan bölgesindeki savaşta bu durum kendini baş göstermişti.Askerlerin kıraat farkından dolayı birbirlerini küfr içinde olmakla suçlamaları üzerine Osman kuran'ı tek bir kıratta kureyç lehçesi ile tekrar derlemeye karar verir. Hafsa'daki ilk derlenen mushafı aldırır ve Zeyd'in başında olduğu 6 kişilik bir komisyonu ikinci derleme için görevlendirir.komisyon üyeleri Kuran'ı yazarken ihtilafa düştükleri durumda Hz. Osman'a başvururlar ve onun direktiflerine göre kuran'ı yazarlardı. İkinci derleme bitince kimilerine göre 4 kimilerine göre 7 nüsha çoğaltıldı ve önemli vilayetlere gönderildi Hafsa'nın mushaf'ıda hafsa'ya iade edildi. Bundan sonra Hz. Osman diğer tüm Mushafların yakılıp yok edilmesini emretmiştir.Ancak bazı sahabilerin kendilerine özel Mushafları yaktırmadıkları tarihen sabittir. Hz. Ali, Abdullah ibn Mesud , übeyy ibn Ka'b'ın özel Mushaflarının varlığı bilinmektedir.
RESMİ MUSHAF HARİCİNDEKİ ÖZEL MUSHAFLARIN YAKILMA NEDENİ
Bunun temel nedeni, Kuran üzerinde doğabilecek bir düşünce ayrılığını önlemek idi. Çünkü kişilerin kendilerine özel kuran Mushaflarında yanılabilmeleri mümkün idi ve bundan dolayı kuran okunuşunda ve yazılında bazı farklar doğmuştu. Bu farkları ancak işin uzmanı olanlar çözebilirdi. Derleme işi ilk kez ebubekir döneminde yapılmış ama ayetler esaslı sıraya konulmamış rastgele bir Mushaf oluşturulmuştu. Ayrıca rivayetlerden anlaşıldığına göre ashab arasında sonradan bulunan ama bu ilk derlemede olmayan ayetler vardı.işte bu gibi nedenlerle de Osman döneminde ikinci derleme yapıldı. Ayetler ve sureler rastgele değil sıraya kondu.Böylece ikinci derleme ile Kuran'în tam ve doğru nüshası elde edildi. Birinci derleme ve ikinci derleme ile oluşturulan Kuran'ın tıpatıp aynı oldukları söylenemez. Çünkü ilk derlemede bazı ayetler bulunamamıştı. Özel olarak oluşturulan diğer Mushaflar yakıldığı gibi bir süre sonra ilk derlenen Mushaf'da yakılmıştır.Çünkü ilk derlemenin yazısı ilkeldi ve mükemmel değildi. Bu nedenle yakılması gerekiyordu. Böylece tek Mushaf kaldı. Hz. Ali'nin mushafını görmüş olanlar Osman döneminde ikinci kez derlenen resmi mushaftan bazı kelime farkları olduğunu söylerler. Kuran'ın , olduğu gibi korunduğundan şüphe yoktur. Ancak peygamber'e vahyedilmiş olan bütün ayetlerin şu anki resmi Mushafta bulunduğunu söylemek abartı olur. Çünki yine kuran'ın ifadesi ile Peygamberin hafızasından silinmiş ayetler vardır.Bu ayetler peygamber zamanında Allahın dilemesi ile peygambere unutturulmuş böylece yazılamamış ve ortadan kalkmıştırlar.Ama peygamberin yazdırdığı ayetler titiz bir çalışma ile derlenmiş ve Kur'an olarak günümüze kadar gelmiştir.Resmi mushaftan ayrı olan özel Mushaflar yakılmış olmakla beraber bazıları saklanarak sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Bunları görenler bu özel Mushaflar ile Resmi Mushaflar arasındaki farkları tesbit etmişlerdir.Bunlar incelendiğinde temelde fark olmadığı sadece ufak tefek bazı kelime farklıklarının bulunduğu görülür.

Tanrı'nın Varlığına Dair Argümanlar

Biraz mizah , ama o kadarda sayılmaz :)
1.Transandantal argüman
(1) Tanrı vardır.
(2) Tanrı varsa, akıl da varolmalıdır.
(3) Akıl vardır.
(4) Demek ki, Tanrı vardır.

2. Kozmolojik argüman
(1) Ben eğer bir şeyin sebebi olmalıdır diyorsam, o şeyin sebebi vardır.
(2) Evrenin bir sebebi olmalıdır diyorum.
(3) Demek ki evrenin sebebi vardır.
(4) Demek ki Tanrı vardır.

3. Ontolojik argüman
(1) Tanrı’yı X olarak tanımlıyorum.
(2) X'i tahayyül edebildiğime göre, X varolmalıdır.
(3) Demek ki, Tanrı vardır.

4. Ontolojik argüman
(1) Tanrı vardır.
(2) Tanrı varolduğundan, mükemmel olmalıdır.
(3) Mükemmel olan, varolmalıdır.
(4) Demek ki, Tanrı vardır.

5. Model ontolojik argüman
(1) Tanrı vardır.
(2) Tanrı’nın varolması ya gerekli, ya da gereksizdir.
(3) Tanrı gereksiz değildir, demek ki gerekli olmalıdır.
(4) Demek ki Tanrı vardır.

6. Teolojik argüman
(1) Şu ağaca bak. Güzel değil mi?
(2) Demek ki Tanrı vardır.

7. Mucizelerden argüman
(1) Halam kanserden ölecekti,
(2) Ölmedi,
(3) Demek ki Tanrı vardır.

8. Ahlaksal argüman
(1) Tanınmış bir ateist olan X kişisi, bizlere göre daha düşük ahlaklıdır.
(2) Demek ki Tanrı vardır.

9. Ahlaksal argüman
(1) Ben eskiden küfür eden, sigara ve alkol içen, kumar oynayan, çocuklara sarkıntılık eden, hırsızlık yapan, adam öldüren, yatağını ıslatan, rezil biriydim.
(2) Dindar olduktan sonra tüm bunlar değişti.
(3) Demek ki Tanrı vardır.

10. "Yaratılış"tan argüman
(1) Eğer evrim yanlışsa, yaratılış doğrudur, ve demek ki Tanrı vardır.
(2) Ben evrimi anlayabilecek zihinsel kapasiteden yoksun olduğum için; ayrıca evrimi kabul etmek beni rahatsız edeceği için, evrim doğru olamaz.
(3) Demek ki Tanrı vardır.

11. "Korku"dan argüman
(1) Eğer Tanrı yoksa, hepimiz öleceğiz.
(2) Demek ki Tanrı vardır.

12. Kutsal kitaptan argüman
(1) Kutsal kitaptan alıntı bir ayet.
(2) Kutsal kitaptan alıntı bir başka ayet.
(3) Demek ki Tanrı vardır.

13. "Zeka"dan argüman
(1) Bakın, bütün her şeyi siz salak ateistlere açıklamamın bir anlamı yok, sizin anlayamayacağınız kadar karmaşık bu konular. Beğenseniz de beğenmeseniz de Tanrı vardır.
(2) Demek ki Tanrı vardır.

14. "Zekasızlık"tan argüman
(1) Pekala, sizin kadar zeki ve bilgili olduğumu iddia etmeyeceğim, belli ki çok kitap okumuşsunuz. Fakat ben de kutsal kitabı okurum ve söyleyebileceğiniz hiçbir şey beni Tanrı’nın olmadığına ikna edemez. Ben Tanrı’yı içimde hissederim ve eğer onun hayatınıza girmesine izin verirseniz, siz de hissedebilirsiniz.
(2) Demek ki Tanrı vardır.

15. "İnanç”tan argüman
(1) Eğer Tanrı varsa, ona inanmalıyım.
(2) Tanrı’ya inanıyorum.
(3) Demek ki Tanrı vardır.

16. Gözdağı verme yoluyla argüman
(1) Şu ateşi görüyor musun?
(2) Demek ki Tanrı vardır.

17. Ebeveynsel argüman
(1) Annem ve babam bana Tanrı’nın varolduğunu söyledi.
(2) Demek ki Tanrı vardır.

18. Sayılardan argüman
(1) Milyonlarca insan Tanrı’ya inanır.
(2) Tümü yanılıyor olamaz, değil mi?
(3) Demek ki Tanrı vardır.

19. Absürdlükten argüman
(1) Maranathra !
(2) Demek ki Tanrı vardır.

20. "Ekonomi"den argüman
(1) Tanrı vardır, sizi pislikler!
(2) Demek ki Tanrı vardır.

Materyalizm İnsana Ne Vaadeder?

İdealizm ile materyalizm, insanlık tarihi boyunca birbiri ile mücadele eden iki dünya görüşüdür. İdealizm ve dinler, insanı, kaderi bilinmez, anlaşılmaz, sırrına erilmez bir tanrısal aleminin elinde olan bir nesne olarak görürken, materyalizm, insanın doğayı ve kendisini öğrenerek, kendi yaşamını belirleyebileceğini, çevresine egemen olabileceğini, geleceğini tayin edebilen bir özne olarak tarihe damgasını vurabileceğini savunur.

İnsanlık tarihi boyunca iki farklı dünya görüşü birbiriyle kıyasıya mücadele edegelmiştir. Tüm dinlerin temelini oluşturan, gerçekliğin fizik ötesi ve özü itibariyle bilinemez bir varlık ya da varlıklar aleminden kaynaklandığını savunan idealizm ile, tüm gerçekliğin maddi bir temele oturduğu, varolan her şeyin nesnel -zihinden bağımsız-, potansiyel olarak bilinebilir, somut ve yine nesnel olan yasalara bağlı olduğunu savunan ve bilime temel oluşturan materyalizm.. Bu iki dünya görüşü arasındaki karşıtlık, yalnızca doğayı ve insanı anlama ve yorumlama konusunda bir karşıtlık olmayıp, insan davranışlarını ve insanın çevresi ile olan bütün ilişkilerini berlirleyen temel bir karşıtlıktır. İdealizm ve dinler, insanın kaderini bilinemez, insanın asla sırrına varamayacağı, müdahale edemeyeceği gizemli bir tanrılar, ruhlar alemine bağlarken, materyalizm, insanın doğayı ve kendisini öğrenerek, kendi yaşamını belirleyebileceğini, çevresine egemen olabileceğini, kendi dışındaki güçlerin elinde edilgen bir nesne durumundan, geleceğini tayin edebilen bir özne olarak tarihe damgasını vurabileceğini savunur.

İnsan, üzerinde yaşama olanak veren koşullar bulundurması dışında, hiçbir özelliği ve evrende hiçbir ayrıcalıklı konumu olmayan Dünya üzerinde ortaya çıkmıştır. İnsanın ortaya çıkması, herhangi bir tasarım ya da amaç sonucu değildir. İnsan, milyarlarca yıllık bir evrim sürecinin ürünüdür. Eğer her şeye kadir bir varlık insanı yaratmak isteseydi, milyarlarca yıl beklemez, kutsal kitaplarda bilime aykırı olarak iddia edildiği gibi yedi gün gibi, hatta daha kısa bir süre içinde, daha da iyisi, ol diyerek yaratırdı. İnsanı kimse yaratmadığı gibi, kimse de ona yetenekler bahşetmemiştir. İnsan, zekası ve toplumsallığı dışında hiçbir silahı olmayan zayıf bir varlıktır. Zekasını kullanacak potansiyeli olmasaydı, binlerce memeli türü gibi yokolur giderdi. İnsan, milyarlarca yıllık evrimin ürünü olan zekası sonucu gelişen yeteneklerine ve en değerli varlığı olan bilime, yüz bin yılı aşkın çetin bir mücadele sonucu, dişleri ve tırnakları ile yaşama sımsıkı sarılarak ve çekip kopartarak sahip oldu. İnsanlığın, kendi ortak vicdanı ve kendi tarihi boyunca yarattığı ortak değerleri dışında hiçkimseye vereceği bir hesabı yoktur. Yeteneklerini kullanmak için hiçkimseden izin almamıştır ve almayacaktır da.

Tüm bu mücadele sırasında, bütün tarih boyunca, insanın doğayı ve kendisini eksik anlaması sonucu ortaya çıkan ve insanlar arası üstünlük mücadelesinde egemen güç ve sınıflar tarafından egemenliklerinin bir aracı olarak kullanılıp geliştirilen dinler, insan yeteneklerinin ve bilimin önünde birer engelden başka hiçbir şey olmadı. Dinler ve asılsız inançlar, insanların doğayı ve kendilerini daha iyi anlayarak, yaşama kalitelerini yükseltme çabalarını sürekli baltaladı. Yüz yıl önce, kadınların doğum sancılarının, Havva'nın şeytana uyup yasak elmayı Adem'e yedirmesinden dolayı lanetlenen kadın soyunun çekmesi gereken ilahi bir eza olduğuna inanan katolik kilisesi, her türlü ağrı kesicinin doğumda kullanılmasını yasaklamış ve doğum sırasında kadın ve çocuk ölümlerini azaltacak önlemlerin uygulanmasına şiddetle karşı çıkmıştı. Benjamin Franklin, paratoneri bulduğu zaman, köktendinci protestanlar, yıldırımı savmanın, tanrının kullandığı silahların en önemli olanlarından birini ortadan kaldırmak ve tanrıya isyan etmek olduğu savları ile ortalığı velveleye vermişlerdi. Aynı örnekler, şeyhülislam fetvalarından, şeyh, şıh ve imamların telkinlerinden de verilebilir. Bilim ve teknolojide, insanların yaşam tarzlarında yeni olan ne varsa, din adamların mutlaka karşı çıkmıştır. Bunlar, din adamlarının kişisel yetersizlikleri ya da eksiklikleri olarak açıklanamaz. Dinin karakteri budur. Din, insanın egemenlik alanı ile tanrının egemenlik alanı arasında bir çizgi çekerek, insana haddini aşmamasını öğütler. Oysa bu sınır çizgisi, tarih boyunca insan tarafından hep aşılmıştır. Din ise, tükürdüğünü yalayarak bu sınırın aşılmasını içine sindirmeye çalışmış ama her defasında yeni sınırlar koymaktan geri durmamıştır.

İslam'ın bilime ve yeniliğe açık olduğu sık sık ifade edilir. En çok da, Kuran'ın ilk inen ayeti olan "oku" emri ve Kuran'da sık sık geçen "aklını kullan" ifadeleri örnek gösterilir. Oysa "oku" emrinde kastedilen, insanlığın kültürüne malolmuş yapıtların okunması değil, Cebrail'in indirdiğinin okunmasıdır. "Aklını kullan" ifadelerinde de aklını kullanarak doğanın sırlarını çöz, onları yaşam kaliteni ve mutluluğunu arttırmak için kullan değil, aklını kullan, bizim tehditlerimizin ne kadar korkunç olduğunu anla, bize itaat etmenin en akılcı yol olduğunu gör demek istenmektedir. Ufak bir soru, İslam'ın bilgiye ne kadar değer verdiğini gösterecektir: doğaya ve bilime dair hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi merak etmeyen, hiçbir şey öğrenmek istemeyen ama iman eden ve ibadetini eksik etmeyen bir müslüman mı daha makbuldür, yoksa bütün ömrünü bilime adamış, bilime bir çok kuramsal katkısı olmuş, ulaşabildiği her konuyu derinlemesine araştırıp, sonuçlarını da önemli yapıtlar vererek insanlığa sunmuş ama imansız bir bilim adamı mı? Birincisinin eksik ya da kusurlu olduğu, öğrenmek isteseydi daha iyi olacağı yarım ağızla söylenebilir; yine de -suçu varsa- cezasını çekecek ve sonuçta cennete kabul edilecektir. Ama ikincisi sonsuz cehennem azabına mahkumdur.

Bilimin ve teknolojinin kullanılmasından doğan bir takım mahzurlar elbette vardır; sivrisineklerin kökünü kurutacağız, sıtmayı önleyeceğiz diye bazan bataklığı kurutup bir bölgenin çölleşmesine katkıda bulunuyoruz; hastalıkları önleyeceğiz diye dikkatsizce antibiyotikler kullanıp sonuçta antibiyotiklere dirençli bakterilerin üremesine kendi ellerimizle yolaçıyoruz; enerji üreteceğiz diye petrol ve kömür yakıp atmosferi kirletiyoruz; teknolojimizin ürünü olan zehirli atıklarla bazı türlerin yokolmasına neden oluyoruz; ürettiğimiz milyonlarca ton sera gazını atmosfere verip, sonuçta buzulların erimesine ve denizlerin yükselmesine yolaçabilecek şekilde Dünya'nın ısınmasını sağlıyoruz; yine teknolojimizin ürünleri olan bazı gazlarla ozon tabakasının delinmesine katkıda bulunuyorzu (son ikisinden çok emin değilim, bu konudaki çevreci yaygaralar bilim çevrelerinde son zamanlarda kuşku ile karşılanıyor)... Örnekler uzatılabilir. Ama bunlar, bilim ve teknolojinin eksik ve yanlış kullanımı ile ilgili. Daha çok da kapitalizmin kar hırsı dolayısıyla dünya kaynaklarını gelecek kuşakları düşünmeden sorumsuzca kullanmasının sonucu. Bu sakıncaları gidermenin yolu, bildiklerimizi unutmak, eski ve geri teknolojilere geri dönmek değil, tam tersine, daha çok araştırmak, daha çok bilmek, daha iyi ve daha gelişkin teknoloji kullanmaktır. Bilim ve teknolojinin sakıncası varsa, bu sakıncaları giderecek olan, daha çok bilim ve daha çok teknolojidir.

İnsan, varolduğundan beri doğa ile mücadele halindedir. Buna yerde bulduğu taşı beğenmeyip, başka bir taşla şekil verdiğinde başladı. İnsanlık tarihi, insanın doğaya egemen olma tarihidir. Bu konuda bazan yanlış yollara saptık, bazan geri dönüş noktalarımız oldu. Ama gidişin yönü, yeterince uzun vadelerde hep ileriye doğru oldu. Bu sayede ortalama yaşam süremiz orta çağlardaki yirmili yıllardan, yirminci yüzyılın sonunda yetmişlere vardı. İnsanın yaşam kalitesi çağlar boyunca hep artmıştır. Bunu da sadece bilim sağlamıştır. Din ise elinden geldiği kadar bu çabayı baltalamış ama her zaman geri adım atmak zorunda kalmıştır. Tüm bu gözkamaştırıcı başarıları insanlık dua ile, iman ile, ruhlardan, perilerden, hayaletlerden, tanrılardan yardım dileyip medet ummakla değil, bilim ve akıl ile gerçekleştirdi. Bilim ve teknolojinin tüm tarihi, materyalizmin muzaffer bir şekilde doğrulanmasıdır. Dünyada, maddi olmayan, maddeden kaynaklanmayan herhangi bir güç yoktur. Dünyayı daha çok yaşanır hale getirmenin tek yolu, maddeyi anlamak ve maddi güçleri kullanmaktır. Tüm bilim tarihi, bu gerçeğin onaylanması ve geliştirilmesinden öte bir şey değildir.

İnsanları bu dünyanın geçici bir sınav yeri olduğuna ikna edip hayali bir cennet vaadiyle avutan, yoksulluğu, adaletsizliği ve sömürüyü gözlerden uzak tutup egemen sınıflara hizmet eden dinler, materyalizmin insana ne vaadettiğini sık sık sorar. Bunu iki şekilde yanıtlamak olası: Birincisi, materyalizmin bir ideoloji değil, bir açıklama ve anlama biçimi olduğudur. Dolayısıyla, materyalizm kendi başına herhangi bir şey vaadetmez. Gerçeğin sınırlarını çizer; hayali gerçekten ayırır. İkinci yanıt ise, materyalist bir felsefe ile dünyaya bakan, insanlığın sahip olduğu potansiyeli gerçeğe dönüştürüp dünyayı tüm insanlar için hastalıkların olmadığı, açlığın, savaşların ve sömürünün tarihe karıştığı bir yer haline getirmeyi amaçlayan bir anlayışın, insanlığa her şeyi vaadettiğidir. Materyalizm, yukarıda işaret ettiğimiz gibi dünyayı değiştirmenin yolunun fizik ötesi güçlerden medet ummak değil, anlamak ve bilmek olduğunu söyler. Hiç kuşkusuz bu her şey demek değildir. Ama bu bakış açısı ile bakmadan, doğruyu yakalamak, ilerlemek ve herhangi bir amaca ulaşmak mümkün değildir. Göklerin ötesinde bir Cennet yoktur, ama bu dünyanın cennete dönüşemeyeceği anlamına gelmez. Daha da doğrusu, dünyayı cennete dönüştürebilecek tek yol, insanlığın evrensel değerlerini özümsemiş, materyalist dünya görüşüyle silahlanmış bir anlayışın hakim olmasıdır. Tanrı yoktur ama insanlık geleceğin potansiyel tanrısıdır.

Tap ve İste

Küçük bir çocuğun denize düştüğünü görünce hemen atlayıp onu kurtarmaya çalışırsınız. Bu davranışınız erdemli bir davranıştır. Yüzme bilmiyorsanız siz de boğulabilirsiniz. Üstünüzdeki yeni elbise sırılsıklam olur. İçi para dolu cüzdanınız denizin dibine düşebilir. Hiç değilse üşütüp hastalanabilirsiniz. Şu halde erdeme uygun olan bu davranışınız akla aykırıdır. Öyleyse akıl karşısında erdemin durumu nedir? Bu sorumuzun karşılığını Baruch Spinoza'dan (1632-1677) alıyoruz. Descartes'ın öldüğü yıl Spinoza on sekiz yaşındaydı. Otuz bir yaşında ilk denemesini yayımlayacak, Descartes düşüncesini açıklayacaktır. Descartes'ın analitik geometri yöntemini gereği gibi uygulayarak, o kocaman Etika'sını geliştirebilmek için önünde daha on dört yıl vardır. Oysa kırk beş yaşında ölecek, Etika'nın basıldığını göremeyecektir. Engizisyondan kaçarak Hollanda'ya sığınan İspanyol Yahudisi soyundan bir göçmen ailesinin oğludur. Haham olmak için yetiştirilmişse de düşünür olmuş, havradan kovulmuştur. Spinoza'ya göre erdem, akla uygun davranmaktır. Öyleyse akla uygunluğun ölçüsü nedir? Bu soruyu karşılayabilmek için Spinoza düşüncesini biraz deşmek gerekir. Spinoza, en geniş anlamıyla özgürlüğü (hürriyet) düşüncede bulmaktadır. Her şeyi anlamak özgür olmaktır. Açık düşünceye kavuşan insanın tutsaklığı (esaret) yok olur. İnsanlar bilmediklerinin tutsağıdırlar, bilgiye erişince özgürleşirler. Şu halde erdemliliğimizin ölçüsü eşyayı anlayışımızdadır, özgür oluşumuzdadır. Töresel bakımdan iyi, zekayı geliştiren şey; kötü, zekayı bulandıran şeydir. Erdem, güçlü olmaktır (erdem karşılığı olan Latince virtus sözcüğünün başlangıçta güç, kuvvet anlamına geldiğini hatırlayınız). Güçlü olmak için de özgür olmak gerekir. Özgür olmak için de akla uygun davranmak gerekir. Spinoza bu düşüncesini tanıtlamak (ispat etmek) için önce tanımlamalarla (tarif) işe girişiyor: İyi deyince, kesin olarak bize yararlı olduğunu bildiğimiz şeyi anlıyorum. Kötü deyince, bir iyiliğin tadını almakta bize engel olacağını bildiğimiz şeyi anlıyorum. Sonra, önermelere (kaziye) başlıyor: İyi ya da kötü üstündeki bilgi, kendisinden haberimiz oldukça bir sevinç ya da acı duygulanımından (affection, tahassüs) başka bir şey değildir. Herkes kendi tabiatının kanunlarına göre iyi olduğunu sandığı şeyi zorunlu olarak ister, kötü olduğunu sandığı şeyi zorunlu olarak istemez. Birisi kendisine yararlı olan şeyi aramak, başka bir deyişle kendi varlığını korumak için ne kadar çok çabalarsa ve bunu başarmak için ne kadar gücü varsa, onun o kadar erdemi var demektir. Kendi kendini korumak çabası, erdemin ilk ve biricik temelidir. Kendi kendini koruma çabasından önce gelen erdem tasarlanamaz. Erdemle işlemek; aklın buyurduğu kurallara göre işlemek, yaşamak ve kendi varlığını korumaktan (bu üç şey birdir) başka bir şey değildir ve erdemin bu temeline göre onun kendi yararını araştırması gerekir. Kimse kendi varlığını başka bir şey için korumaya çalışmaz. Akılla yaptığımız bütün çabalar ancakanlamaya savaşır ve insan, aklını kullanması dolayısıyla, ancak onu anlamaya götüren şeyin kendisi için yararlı olduğunu bilir. Bizler ancak bizi anlamaya götüren şeye iyi, ona engel olan şeye de kötü diyebiliriz. Aramızda birleşik bir şey olmadıkça hiçbir şey bizim için iyi ya da kötü olamaz. Bir şey bizim tabiatımıza uygun olması bakımından zorunlu olarak iyidir, bizim tabiatımıza aykırı olması bakımından zorunlu olarak kötüdür. Daha sonra da bu önermelerden şu sonuçlara varıyor: Aklın ilkelerine (prensip) göre yaşamaklığımızdan ileri gelen iyilik yapma isteğine dindarlık diyorum. İnsanı, aklın ilkesine göre, dostluk bağıyla başka insanlara bağlanmaya zorlayan isteğe namusluluk diyorum. Aklın ilkelerine göre yaşayan insanların övdükleri kimseye namuslu diyorum. Dostluk bağından kaçınan ve ona aykırı davranan kimseye namussuz diyorum. Böylelikle, söylediklerimden, gerçek erdemle güçsüzlük arasındaki fark, başka bir deyişle gerçek erdemin aklın ilkelerine göre yaşamaktan başka bir şey olmadığı ve güçsüzlüğün de ancak insanın kendi dışında olanlarca yönetilmesine kendini bırakmasından başka bir şey olmadığı kolayca anlaşılır.
Spinoza, aklın ilkelerini de şöyle anlatıyor: Aklın ilkesi, insanın kendi kazancını ve kendine yararlı olan şeyi araştırmasıdır. Akıl, tabiata aykırı hiçbir şey istemez. O halde o, herkesin kendi kendisini sevmesini, kendi iyiliğini istemesini, gerçekten kendisine yararlı olan şeyi aramasını, onu daha çok yetkinliğe götürecek olan şeylere yönelmesini, kendi varlığını korumasını buyurur. Erdemin temeli, insanın kendi varlığını korumak için yaptığı çabadan başka bir şey değildir ve üstün mutluluk insanın ancak kendi varlığını korumasından ibarettir. Dışımızda bize yararlı olan şeyler vardır, varlığımızı korumak için gereksediğimiz bu şeyleri de istemeliyiz. Yan yana gelen iki insan, ayrı ayrı iki insandan iki kat daha güçlüdür. Şu halde insana insandan daha yararlı bir şey yoktur. Öyleyse insanlar, bütün tenlerin tek ten, bütün nefislerin tek nefis olacak biçimde birleşmesinden başka bir şey istemezler. Böylece birleşince kendi varlıklarının korunması için birleşik çabada bulunurlar, birleşik yararları olan şeyi aynı istekle araştırırlar. Bundan şu sonuç çıkar ki, akılla yönetilen insanlar, aklın ilkelerine göre kendi kazançlarını araştıran insanlar başkalarına olmasını istemedikleri şeyi kendilerine de istemezler ve bunun içindir ki onlar adaletli, sadık, namusludurlar (Etika, dördüncü bölüm, XViii'nci önermenin scholie'si). Spinoza'ya göre, insanın kendi çıkarını ve kendine yararlı olan şeyi araştırmasını gerektiren aklın bu ilkelerini dindarlığın ve erdemin temeli değil de, tersine, dinsizliğin ve erdemsizliğin temeli sananlar aldanmaktadırlar. Erdem, insanın kendi varlığını koruması için en yararlı şeydir ve hiçbir şey insanın varlığını korumak bakımından ondan daha yararlı değildir. Erdem, işte bunun için, bütün insanlarca istenmelidir. Şu halde denize düşen küçük bir çocuğu kurtarmak için elbisenizin ıslanmasını, cüzdanınızın denizin dibine düşmesini, hastalanmayı, boğulmayı göze alarak hemen atlamalısınız. Çünkü siz de denize düşerseniz sizin için de atlamaları gerekir. Başkalarına olmasını istemeyeceğiniz şeyi kendiniz için de istemeyeceğinize göre, kendiniz için istediğinizi başkaları için de isteyeceksiniz. Bu türlü davranış, akla aykırı bir davranış değil, Spinoza'ya göre akla uygun bir davranıştır. Sonunda gene kendi çıkarınız söz konusudur. Akla uygun davranmak, tabiatımızın zorunluğundan çıkan şeyleri yapmaktan başka bir şey değildir, diyor Spinoza. Şu halde akıllı insanlar acı duymazlar, kimseye acımazlar, pişman olmazlar. Aklın ilkelerine göre yaşayan bir insanda bütün bunlar kötüdür, yararsızdır, işleme gücünü azaltır. İnsan, erdeminin elverdiği kadar, iyi işlemeye ve sevinç duymaya çalışmalıdır. Spinoza, önce, şu gerçeği ortaya atıyor: Öz varlıkta (nefis) özgür bir irade yoktur. Öz varlığın bir şeyi ya da başka bir şeyi istemesi, nedenle (sebep) gerektirilmiş olup o neden de başka bir nedenle gerektirilmiştir ve bu sonsuz olarak böyle gider (Etika, ikinci bölüm, önerme XLViii'nci). Descartes'cı Spinoza'yı Descartes'tan ayıran özellik, bu zorunluğu Tanrıya kadar götürmesidir. Spinoza, bu açıdan, eski Yunan düşünürleriyle birleşiyor. Tanrı da (eski Yunan'da Tanrılar da) bu zorunluğa bağlıdır. Descartes bütün bilgilerin temelinde Tanrı özgürlüğünü buluyordu Descartes'a göre gerçek özgürlük Tanrıdaydı, Tanrı isteseydi başka türlü olabilirdi. Spinoza'nın doğa Tanrısıysa zorunlu olarak vardır ve her şeyi, özgür iradesiyle değil, tabiatından gelen bir zorunlukla belirlemiştir.
Spinoza, bu düşüncesini, Etika'nın birinci bölümüne yazdığı ekte şöyle açıklıyor: İnsanlar, kendi isteklerini güden nedenleri bilmedikleri için, kendilerini özgür sanırlar. Çevrelerindeki her şeyin de kendileri için yapıldığını kafalarına koymuşlardır. Bundan ötürüdür ki, kendi özgürlüklerine benzer güçlü bir özgürlüğün, hep kendilerini düşünüp kendileri için çalıştığına inanırlar. Bu üstün varlığın ne kendisini, ne nedenini, ne düşünce biçimini bilirler. Bundan ötürüdür ki ona, kendi biçimlerini; kendi nedenlerini, kendi düşüncelerini yakıştırırlar. Bunca, birbirinden ayrı görünen, tapınışların özeti budur. Bütün bu yanılmaların zorunlu sonucu olarak da, ona tapmakla, onu hoşnut ettiklerini sanırlar. Doymak bilmez hasisliklerini doyurabilmek için bütün doğayı hizmetlerinde kullanmak isteğindedirler. Tanrı da, elbet, onların hizmetinde olacaktır. Tapmak, gerçekte, hizmete çağırmaktır. Bu yanlış ön düşüncenin (prejuge, peşin yargı, boş inan) zorunlu sonucu da, onları ereksel nedenselliği (gai illiyet) aramaya sürüklemiştir (daha açık bir deyişle, insan kafasına takılan gereksiz soru şudur: Bütün bu olup bitenlerin gayesi nedir acaba?). Eh, bu erek, insanların mutluluğu olmalıydı herhalde. Böylesine bir ön düşünceden doğacak metafiziği düşünün artık. İnsanlar, kendi mutlulukları için doğada buldukları birçok şeylerin yanında canlarını sıkan fırtınalar, yer depremleri, hastalıklar, kötülükler gibi birçok şeylere de rastladılar. Ya bunlar nedendi?.. Bunlar Tanrılara gerekli saygının gösterilmediği zamanlarda oluyordu her halde. Kısır döngüye (daire-i faside) girilmişti bir kez. Tap ve iste. Tapınmanı çoğalt ve isteğini artır. Deney, durup dinlenmeksizin bu yanlış uslamlamalara karşı kendini gösterdiği ve her gün milyonlarca örnekle iyilikler ve kötülükler sofularla sofu olmayanların başına aynı oranda geldiği halde, insanlar kendilerini bu peşin yargılarından kurtaramazlar. Tanrıları, içinden çıkılmaz bir çelişmeyle hem iyi hem kötü saymak, daha akla uygun bir sistem kurmaktan kolay geldi. Buysa, insanları, Tanrı yargısının sonsuz derecede insan aklının üstünde bulunduğu kuramını yerleştirmeye götürdü. Eğer, şeylerin-ereksel nedenselliğini bir yana bırakarak özlerini ve özelliklerini göz önünde tutan matematik bilimler, insanlara doğru yolu göstermeseydi bu karanlığın içinde boğulup gitmek işten bile değildi. Gerçekte, ereksel nedensellik bir kuruntudan ibarettir. Doğa, belli bir ereğe göre değil, tabiatından gelen bir zorunluktan ötürü davranır. Spinoza'ya göre Tanrı, doğa demektir. Doğa, var olmak için kendinden başka bir şeyi gereksemeyen şeydir. Her şey, bu tek varlıktan zorunlukla meydana gelmiştir. Zorunluk, doğanın tabiatında vardır ve doğa ne yapmışsa bu zorunluktan ötürü yapmıştır. Özgürlük yoktur. Spinoza gibi matematiksel bir kafanın bu sonuçla yetinemeyeceği açıktır. Nitekim Etika lı ünlü yapıtının son bölümü şu başlığı taşımaktadır: Aklın gücü ya da insanın özgürlüğü üstüne... Spinoza bu bölüme şöyle başlıyor: Sonunda, Etika'nın insanı özgürlüğe götüren yolu inceleyen bu bölümüne geçiyorum.
Bu bölümde aklın gücünü anlatacağım. Aklın, duygulanımlar (affection, teessür, tahassüs) üstünde ne yapabileceğini, özgürlük ya da öz varlığın üstün iyiliğinin (beatitude) ne olduğunu göstereceğim. Burada, bilgili kişinin bilgisiz kişiye ne kadar üstün olduğunu göreceğiz. Aklın yetkinleştirilmesi ve vücudun korunması tıbbın işidir. Benim yapacağım sadece aklın, duygulanımları dizginleyebilmek için ne kadar gücü bulunduğunu göstermektir. Önceki bölümlerde bu gücün salt (mutlak) bir güç olmadığını göstermiştim. Spinoza'nın bu sözlerinde altını çizeceğimiz gerçekler şunlardır: 1- İnsanın özgürlüğü, aklın gücünde belirir. 2- Aklın gücü, bilgiyle gerçekleşir. 3- Aklın gücü, salt (mutlak) bir güç değil, bağıntılı bir güçtür. Karşıt bir düşünce olarak, burada,Spinoza'nın da yaptığı gibi, stoacıları kısaca anmak yararlı olacaktır: Salt zorunlukçu olan stoacılar, duygulanımların salt irademize bağlı olduğunu İleri sürmüşlerdi. Onlara göre, irademiz vücudumuzu eğitebilir, duygulanımlarımıza kesin olarak egemen olabilirdi. Nitekim stoacı köle Epiktetos, bacağını kıran efendisine, yüzünü bile buruşturmadan, bu kadar oynarsan bacağımı kırarsın dememiş miydim? diye mırıldanmıştı. Spinoza, haklı olarak, bu düşüncenin karşısındadır. Duygulanımlarımıza böyle bir güçle egemen olmamız mümkün değildir (Epiktetos'un acı duymaması değil, duyduğu acıyı belli etmemesi başka bir konudur). Bu arada Descartes'ın da, stoacıların bu görüşünü desteklediğini, kayıtsız irademizin salt gücünü kanıtlamaya çalıştığını hatırlayalım. Descartes, özgürlüğümüzü bu irade gücümüze bağlıyordu. Özgürdük, çünkü irademiz tasdik edebildiği gibi ret de edebilirdi. Bunda, sınırsız olarak, serbestti. Spinoza'ysa, ondokuzuncu yüzyılda doğrulanacağı gibi, böylesine bir özgürlüğe hiçbir zaman işemeyeceğimiz kanısındadır. Spinoza bu doğru sonuca kendi yöntemiyle(Descartes'ın yöntemi) varmıştır ve irademizin tasdik ya da ret işinde belirleyici koşulların oynadığı önemli rolü bilmemektedir. Pek derinden ve yetkiyle kavradığı tek şey, doğal zorunluktur. Spinoza, ünlü yapıtının beşinci bölümünün iii'ncü önermesinde, insan özgürlüğünü işlemeye başlıyor: Pasif bir hal olan duygulanım, bulanık bir düşüncedir. Biz, bu duygulanımdan açık seçik bir düşünce elde edersek, bu düşünceyi, aklımızla o duygulanımdan ayırmış olacağız. O halde, biz bir duygulanımı ne kadar çok tanırsak, o duygulanım o kadar egemenliğimiz altına girmiş olacaktır. Aynı bölümün Vi'ncı önermesinin scholie'sinde de şu pek önemli sonuca varmaktadır: Şeylerin zorunlu olduğu bilgisine, daha açık seçik bildiğimiz tikel şeylerde ne kadar çok rastlarsak, öz varlığın (nefis) duygulanımlar üstündeki gücü de o kadar büyük olur. Gündelik deneyin bize gösterdiği budur. Nitekim, kaybolan bir maldan dolayı duyduğumuz acının, onu korumanın bizce mümkün olmadığı bilgisiyle yumuşadığını görmekteyiz. Spinoza, sağlam bir yolda yürümektedir: Özgürlük, zorunluğun bilgisini gün yüzüne çıkarmaktadır. İnsan, özünü anlamadığı nedenlerin kölesidir. Bu nedenleri bilirse, bilgiyle davranır ve özgürleşir. İrade, akıldan başka bir şey değildir: Aklı da akıl eden bilgidir. Aklın dışında olarak düşünülen irade özgürlüğü boş bir kuruntudur. Seçmek zorunda bulunduğumuz için seçeriz. Önemli olan, neyi seçmek zorunda bulunduğumuzu açık seçik bilmemizdir. Bu gerçeği, Sokrates, verdiği bir örnekle, aydınlatmıştı: Sonraki acıyı bilmeyen bilgisiz yakın mutluluğu seçer, yarasına bıçak vurdurmaz. Sonraki mutluluğu bilen bilgili yakın acıyı seçer, yarasına bıçak vurdurur. Her ikisi de, seçimlerinde, zorunluğun peşinden gitmektedirler. Ancak, bilgidir ki gerçek zorunluğu sahtesinden ayırabilir. Bilgisizin zorunluğu mutsuzluğa, bilgilinin zorunluğu mutluluğa ulaştırır. Yarasına bıçak vurdurmazsa öleceğini ya da yarasına bıçak vurdurursa kurtulacağını bilmeyen bilgisizin zorunluğu, elbette, bıçağın vereceği acıdan kaçmak olacaktı. İşte bu bilgidir ki kişiyi özgür kılar, zorunlu olaylara egemen yapar. Bu seçim, hiçbir zaman, bilgisiz bir iradenin keyfine göre gerçekleşmemiştir. Kayıtsız irade gibi görünenin altında, her zaman, bir zorunluk yatmaktadır.

Göktanrı Dini


Gök Türkler'in dini, Gök Tanrı dinidir. Gök Tanrı düşüncesinin, toprağa yerleşmiş topluluklardan daha çok avcılık, çobanlık ya da hayvancılıkla geçinen göçebe topluluklara özgü olduğu bilindiğinden, bu inancın kökeni, Asya bozkırlarına bağlanmıştır. Türk tarihi ve kültürüyle ilgili araştırmalarıyla tanınmış bilim adamlarına göre Gök Tanrı inancı bütün Türklerin ana kültüdür. Bu kült, Kunlar, Tabgaçlar, Gök Türkler, Uygurlar gibi eski Türk boylarında inanç sisteminin başında yer alır.Orkun yazıtlarında, Türk Tanrı inancının temelleriyle ilgili bazı bilgilere rastlanmaktadır. Tonyukuk bengü taşında birçok kez adı geçen Tangri ya da Tengri, daha çok “milli” bir tanrı niteliği taşır. Gök Türkler’in Çin esaretinden kurtularak İkinci Göktürk Devleti'ni kurmaları (680-682), Tanrı’nın isteğiyle gerçekleşmiş kabul edilir; Hakan’ı Türklere Tanrı vermiş, budun Hakanı terk edince Tanrı tarafından cezalandırılmıştır. Yani Tanrı Türk Milleti'nin hayatı ve geleceği ile ilgilenen bir ulu varlık durumundadır.Gök Tanrı (Kök Tengri) kavramının eski Türk inanışında önemli bir yer tuttuğu konusunda daha somut örnekler de vardır: Tanrıkut Mete (Motun) Çin hükümdarına yazdığı bir mektupta, kendisini tahta Gök-Tanrı’nın çıkardığını bildirmiş, Gök’ün yardımıyla ve kendi askerlerinin ve atlarının çabalarıyla çevresindeki 26 devleti ve (Gansu’dan kuzey Tibet ile batı Türkistan’a kadar uzanan bölgede) bazı halkları yenerek Kun’laştırdığını belirtmiştir. Görüldüğü gibi, günümüze kalan belgelerde, devletin başına kağanı Gök’ün getirdiği belirtilmiş, devletin ve insanların yönetimi de Gök’e mal edilmiştir: Tanrı Türk’ün yaşamına doğrudan karışır, buyruklar verir, iradesine boyun eğmeyenleri cezalandırır, insanlara bağışladığı iktidar (kut) ve kısmeti (ülüğ) değerini bilmeyenlerden geri alır. Şafak söktüren (tan üntürü) ve bitkileri oluşturan da “Ulu Tanrı”dır. O, yaşam verici ve yaratıcıdır, ölüm de Tanrı’nın iradesine bağlıdır.Bütün bu inanışlar, Gök Tanrı’nın “eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onların varoluşuna hükmeden, cezalandıran ve ödüllendiren bir ulu varlık olduğunu” ortaya koymaktadır.Türk inanç sisteminin Gök-Tanrı dışında bir başka özelliği de Atalar Kültüdür. Ölmüş atalara saygı, onlar için kurban kesilmesi, ataerkil ailede baba egemenliğinin belirtisi sayılmaktadır. Kunların her yılın mayıs ayı ortalarında atalara kurban sunulduğu bilinmektedir. Eski Türkler’de en büyük kurban, bozkırlı Türk’ün kutsal bir duyguyla benimsediği “at”tır. Eski Türk bölgelerinde özellikle Altay’lardaki kurganlarda birçok at iskeleti bulunmuştur. Atalarla ilgili kalıntıların kutlu sayılması, mezarlara yapılan tecavüzlerin sert şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır : Batı tarihçilerine göre Attila’nın ikinci Balkan seferinin nedenlerinden biri, Kun hükümdar ailesine ait mezarların Margus (Belgrat dolaylarında, Tuna kıyısındaki kent-kale) piskoposu tarafından açılarak soyulmasıdır. Kunlar’ın büyük bir hakaret saydıkları bu işe piskoposu sevk eden etken, eski Türkler’in erkek ölüleri silah ve değerli eşyalarıyla; ölen başbuğları altın ve gümüş koşumlu atlarıyla; kadınları da süs eşyaları ve mücevherleriyle birlikte gömmeleriydi. Bunun nedeni, Türkler’in, öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların sonsuza kadar yaşadıklarına inanmalarıydı.Türkçe’de (Gök Türkçe, Uygurca) “ruh” için can anlamına gelen “tin” sözcüğü kullanılıyordu. Bu aynı zamanda “soluk” demekti. Ölüm, soluğun kesilmesi, ruhun bedenden ayrılıp uçması biçiminde düşünülüyordu. Bu yüzden de bazen “öldü” yerine “uçtu” denir, ruhları öbür dünyaya göç eden ataların, orada rahatsız edilmemeleri, iyi yaşamaları gerektiğine inanılırdı. Bu nedenle Eski Türkler’de mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın ya da mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir.Eski Türkler’de “ruh”ların insan biçiminde düşünülmesi söz konusu olmadığı için, tapınmaya ilişkin putlara da rastlanmaz. Türkler gizli güçleri olduğuna inandıkları doğa olgularına kutsallık vermekle yetinmişlerdir. Doğada gizli güçlerin bulunması inancı, Orkun yazıtlarında “yer-su” (yarsub) terimiyle yansıtılmıştır. Bu açıdan yer-su “kutsal” sözcüğüyle nitelendirilmiştir. Genellikle bu tür inançlarda maddi yaşam koşullarının, ekonomik ve toplumsal etkenlerin rol oynadığı kabul edilmektedir. Orkun yazıtlarında, Türkler’in yararına çalışan manevi güçler anlamında kullanılan yer-su sözcüğüne oldukça sık rastlanır. Eski Türkler’de kutsallık “ıduk” kavramıyla dile getirilmiş, özellikle Göktürkler’de sular, dağlar ıduk sayılmıştır. Her boyun her obanın bir kutsal dağı olmuş, bu dağ ıduk olarak benimsenmiştir
Gök Tanrı’ya sunulan bütün kurbanlar, adaklar ilgili dağa götürülerek orada törenle, şölenle gereği yapılmıştır. Orta Asya Türkleri arasında en yüce, en kutsal sayılan dağ “Ötüken”dir. Ötüken yalnız dağ değil aynı zamanda bir ormandır. Türkler ona büyük saygı göstermiş, adaklar sunmuş, kurbanlar kesmişlerdir. Kurban, iyi ruhların sembolü ve yerinin gökyüzünde olduğuna inanılan “Bay Ülgen” için kesilmişse başı “doğu”ya, kötü ruhların sembolü ve yeraltında olduğuna inanılan “Erlik” adına kesilmişse “batı”ya çevrilir.Dağların yanı sıra bazı tepeler, ormanlar, sular, ateş, gök gürültüsü, ay ve güneş de kutsal sayılmıştır: Bizans elçisi Zemakhos Orta Asya’da Batı Göktürk sınırına vardığında, Türkler’in onu ve arkadaşlarını alevler üstünden atlatarak kötü ruhlardan arındırdıklarını belirtmiştir. Kunlar döneminde güneş, ay, yıldız kültleri (daha sonra 6. - 8. yy. larda Türk toplulukları arasında değerlerini yitirmişlerdir) de rol oynamıştır; Kun hükümdarı her sabah doğan güneşe, gece de dolunaya saygısını belirtirdi. Ayrıca Gök-Tanrı’nın yanı sıra yer de büyük önem taşımıştır. Ancak, eski Türk belgelerinde geçen “yer” sözcüğüyle toprağın kastedilmediği, tanrısal gücün öğelerinden biri olarak “yer”i, tanın kültürüne bağlı topluluklardaki “toprak tanrısı” ile karıştırmamak gerektiği. Eski Türk dinine göre “yer”in de Tanrı tarafından yaratılmış olduğu araştırıcılar tarafından belirtilmektedir.
Orta Asya Türkleri’nin yaradılış efsanesine göre, tanrıların en yükseği, insanoğlunun atası olan Tengere Kayra Han (ya da Bay Ülgen), “kişi”yi, onun aracılığı ile de yeryüzünü, dağları, vadileri yaratmış; “kişi”nin kendisine baş kaldırması üzerine, ona “Erlik” adını vererek ışık evreninden yeraltı atmış, yerden dokuz dallı bir ağaç büyüterek her dalında bir cins insan yaratmıştır. Orkun yazıtlarında da, Türk evrendoğum inanışı hakkında: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” cümlesine rastlanmaktadır. (Uze Kök Tengırü, asra yağız kılındıkta, ikin ara kişioğlu kılınmış). Bu cümleden bazı araştırmacılar, Kök Tengri deyimiyle bir tek yüce Tanrı’nın değil, doğrudan “mavi gök”ün kastedildiğini; Kök Tengri deyimiyle “Ulu Tanrı” kastedilseydi, “yaratanın da aynı zamanda yaratılmış olması” gibi çelişkinin söz konusu olacağını belirtmektedirler.
Altaylar’da dünyanın sonlu olduğu günün birinde yıkılacağı inancı vardır. Bu inanca göre, yeryüzü yaşamı sürekli değildir; günün birinde sona erecek ve insanlar, hayvanlar, bitkiler yok olacaktır. Bu sona doğru insan soyunda azalma başlayacak, suçlar çoğalacak, günahlar alıp yürüyecek, insanlarda tanrı korkusu kalkacaktır. İyilik simgesi Bay Ülgen’le, kötülük simgesi Erlik arasında oluşacak büyük savaşın sonunda, Bay Ülgen dışında bütün savaşanlar ölecektir. Bay Ülgen bütün canlıların öldüğünü, yeryüzünde kendisinden başka kimse kalmadığını görünce “kalkın ey ölüler” diye bağıracak, bu çağrı üstüne bütün ölüler yattıkları yerden kalkacaktır. “İnsanların yeniden dirilmesi” anlamına gelen “kalkancı çağ” (kalıcı çağ) budur.Kunlar’da gerçek bir dinle karşılaşılmakta, Gök Türkler’de ise Gök Tanrı bütünüyle manevi bir “güç” durumuna gelmektedir.Gök-Tanrı dininin Türkler’e özgü bir inanç olduğu, “Tanrı” (Tengri) sözcüğünden anlaşılmaktadır: Bu sözcük belirli fonetik farklarla ( Başkurtça dışında ) bütün Türk lehçelerinde yer almasının yanı sıra, birçok Asya topluluğu dillerine giren ortak bir kültür öğesidir; Türkçe olan “Tanrı” sözcüğü en açık biçimde Çince yazılmış bir metinde Kun imparatoru Mete’nin unvanları arasında geçmektedir.

Kabile Putları

Kaynak: Galileo'nun Buyruğu Sayfa 101-105
Aşağıdaki Kabile Putları adlı bölüm,Francis Bacon'un 1620 yılında yazdığı Novum Organum adlı kitaptan alınmıştır.
İnsan anlağı doğası gereği,dünyada gördüğünden daha çok düzen ve intizam olduğunu varsaymaya yatkındır.Doğada tek ve benzersiz pek çok şey varolduğu halde,o, bu şeyler için gerçekte var olmayan paraleller,eşler ve akrabalar icat eder.
İnsan anlığı bir fikri (İster kabul görmüş bir fikri,isterse kendisine hoş gelen bir fikri) bir kere benimseyince,artık başka şeyleri onu destekleyecek ve ona uyacak şekilde seçer.Karşı yönde daha çok sayıda ve ağırlıklı örnekler olsa da onları ya küçümser,görmezden gelir,ya da bir şekilde ayırarak bir kenara koyar ve reddeder;amaç,böylece,bu büyük ve sakıncalı peşin yargının sayesinde daha önce vardığı sonuçların itibarını koruyabilmektir…..
Astroloji,rüyalar,kehanetler,ilahi yargılar ve benzer türden bütün boş inanlarda da durum böyledir.Bu tür boş şeylerden hoşlanan insanlar,onların doğru çıktığı olayları unutmazlar,ancak doğru çıkmadıklarında,ki bu daha sık olur,onları göz ardı eder geçiştirirler.Ancak bu yanlış tutum çok daha incelikli bir biçimde Bilime ve Felsefeye de sızar.Bu alanlarda varılan ilk sonuçlar,sonradan ulaşılanlar çok daha iyi ve doğru olsalar da, onların rengini değiştirir ve kendisiyle uyuma zorlar.Bundan başka yukarıda sözünü ettiğim hoşlanma ve boş gurur dışında insan zihninin tuhaf ve sürekli olarak yaptığı bir hata da olumlu şeylerin onu olumsuzlardan daha çok duygulandırması heyacanlandırmasıdır;halbuki onun her ikisine karşı da tarafsızlığını koruması gerekir.Gerçekten de,herhangi bir doğru aksiyomun saptanmasında olumsuz örnek olumludan daha güçlüdür.
İnsan anlağı en çok,akla çarpıcı gelen,bir anda ve aynı anda algılanan şeylerle harekete geçer ve hayal gücünü doldurur,sonra da nasıl olduğunu anlamasa da bütün başka şeylerin kendisini çevreleyen o birkaç şeye bir şekilde benzer olduğunu düşünür ve kendisini buna inandırır.Akıl kesin yasalar ve egemen otorite tarafından zorlanmadıkça,aksiyomları sanki ateşte sınayan,uzak ve çeşitli durumlara gidip gelmelere ayak uyduramaz,uyum sağlayamaz.
İnsan anlağı huzursuzdur;durup dinlenemez,hep ilerilere doğru atılır,ama boş yere.Bu nedenle de dünyanın sonu ya da sınırı olacağını aklımız almaz,hep ötelerde mutlaka bir şeyler olması gerektiğini düşünürüz.Sonsuzun bugüne nasıl aktığını da kavrayamayız.Çünkü,genellikle benimsenen geçmişteki sonsuzluk ile gelecekteki sonsuzluk ayrımı hiç bir şekilde doğru olamaz.Çünkü o zaman bir sonsuzun başka bir sonsuzdan daha büyük olduğu ve sonsuzun gittikçe zayıflayarak sonluluğa yaklaştığı sonucu çıkar. Çünkü doğada keşfedilen en genel ilkelerin,keşfedilmelerinin olumlu olduğunun düşünülmesiyle yetinmek gerekirken ve herhangi bir nedene atfedilmedikleri halde,insan anlağı hareketsiz duramadığından,bu keşfin arkasında doğa düzeninden önce gelen bir şeylerin arayışına girer. O zaman da daha uzakta olan bir şeyler için uğraşırken, daha yakında olan ve el altında olan şeylere,yani son nedene geri döner;bu da evrenin doğasından çok insanın doğasıyla bağlantılıdır ve bu yolla felsefeyi tuhaf biçimde bulandırmıştır.
İnsan anlağı kupkuru bir ışık değildir;istençten veya dış etkilerden esinlenir;bunu da ‘kişisel bilim’ diyebileceğimiz şey izler.Çünkü bir insan doğru olmasını istediği şeylere daha çabuk inanır.Bu nedenle de bazı şeyleri kabul etmez.
Zor şeyleri araştırmanın gerektirdiği sabırdan yoksun olduğu için,Ciddi şeyleri; umudu azalttığı için,doğadaki derinlikleri;batıl inançlarından ötürü, deneyim ışığını;akıl,ufak ve geçici şeylerle ilgileniyor gibi görünür kuşkusuyla, gurur ve kendini beğenmişlikten dolayı,Genelde inanılmayan şeyleri; kamuoyuna saygısı nedeniyle,reddeder.Kısacası etkenlerin anlağı gölgeleme ve bulandırma yolları sayısızdır, bazen de akıl almazdır.Görmenin kesildiği yerde,genellikle zihinsel etkinlik te durur, o ölçüde ki görünmeyen şeyler üzerinde yapılan gözlemler ya çok azdır,ya da hiç yoktur. Bu yüzden elle tutulabilir cisimlerdeki görünmeyen özün işleyişi insanların dikkatinden uzak ve saklı kalır.Daha sıradan maddelerin parçalarının pek belirli olmayan şekil değişimleri de,aynı nedenle gözlemlenmez. Ancak değinilen bu iki şey araştırılıp aydınlatılmadıkça,sonuç üretilmesi açısından doğada başarıya ulaşılamaz.İnsan anlağı,doğası nedeniyle, soyutlama eğilimindedir ve orada burada uçuşan belirsiz şeylere gerçeklik atfeder. Dikkatlerimiz formdan çok madde üzerinde,onun düzeni ve düzenindeki değişimler üzerinde, basit eylemler ve devinim yasaları üzerinde toplanmalıdır, eğer devinim yasalarına form demiyorsanız,formlar insan beyninin yarattığı ürünler demektir.

Monoteizm Gerçekte Nasıl Oluştu?

Firavun'un Ahit'i

"Der Spiegel" dergisinin kapak konusu’nun çevirisi.

Monoteizm gerçekte nasıl oluştu?Ejiptologlar, Nil nehrindeki Piramid devletinden Kudüs’e kadar uzanan heyecan verici bir izi takip ediyorlar. Görüldüğüne göre Musa, esrarlı “Rafızi Firavun” Eknaton ile bağlantılı. Tek Tanrı’lı bir din zorunlu olarak şiddete mi sürükler?Dünya tarihinin ilk din savaşı olan Makabeler ayaklanmasında(M.Ö. 167) “Ehad” – “Allah birdir” diyerek binlerce yahudi öldü. Kendilerine işkence eden cellatlar onları işkence sehpalarına yatırıp tırnaklarını söktüler. Roma İmparatorluğundaki ilk hıristiyanların durumu da daha iyi değildi. Bunların çoğu Koloseyum’un karnında kayboldular. Orada asansörlerle arenaya çıkartılıp, ağızlarından salyalar akan Roma halkının çığlıkları altında arslanlar tarafından parçalandılar. Havari Petrus başı aşağı olarak çarmıh’ta canını verdi.Bu şehitlerin hepsi de canlarını bundan
yaklaşık 3000 yıl önce Kenan’da başlamış bir hareket uğruna verdiler. Sami kavimleri o zamanlar, bugün 3,3 milyar yahudi, hıristiyan ve müslümanın inandığı bir Tanrı tablosu çizdiler. Zeytin dalı ve kılıç ile İncil’in resimsiz Tüm-babası’nı dünya’ya getirdiler. Muhammed, “Bizim Allahımız ve sizin Allahınız tek Allahtır” diyerek bu fikire yğun destek verdi. Bu varlık, dağları yerinden oynatıyor, çekirge yağdırıyor ve yedi günde yeri ve göğü yaratıyor. Ancak hıristiyan klise orglarında onun yüceliğinden bir nebze anlaşılıyor gibiydi. Antik devrin yahudileri ona YHWH kısaltmasını kullanarak tapıyorlardı. Kendisi kendini İncil’de şöyle takdim ediyor: “Ben, ben olanım.”

Fakat ancak şimdi bu her şeye kadir olan Kudret’in karanlık ön hikayesi gün ışığına çıkıyor. Ejiptologlar hep beraber ve aynı zamanda Tanrı’nın beşiğini buldular. Takip ettikleri iz onları Firavun Eknaton’a (M.Ö. 1353-1336) götürüyor. Eknaton, yahudilerden henüz 600 yıl önce devasa bir deney başlatmış. Eknaton artık tek bir puta’a tapınıyordu, ışık varlığı Aton’a.Şimdi artık görünüyor ki: Eknaton kısa bir zaman sonra başarısız ve dışlanmış olsa da icraatı İsrail’e kadar uzanmış. İncildeki Musa “Zındık Firavun” Eknaton’un rakibi idi – Din bilimleri’nin yeni ifadesi özünde bu şekildedir.Ancak bu kimseye şok edecek kadar değil. Araştırmacılar bilimsel yöntemlerle Kutsal Yazıt’ın tarihi çekirdeğinin daha derinliklerine inerken Garp Dünyası’nın inancı eriyip gidiyor. Reformcu Calvin dahi en yüksek varlığı inkar edenleri kırbaç ve kamçı ile cezanladırmak istedi. Fakat bu hiç bir işe yaramadı. 3000 yıl sonra Nietzsche “Allah’ın öldüğünü” tespit etti. Çamurdan insan yaratan ve yanan çalılarda görünen bir Allah’a, rasyonel işleyen bir zininde yer yok.Bunun kaçınılmaz sonucu: “Allahsız bir gençlik” (“Frankfurter Allgemeine” gazetesinin ifadesi) yetişip gelmekte. Alman öğrencilerin ancak %23’ü İncil’in öğretisine inanmakta. Saksonya ve Thüringen eyaletlerinin halkının yarısından fazlası dinsiz, Schleswig-Holstein eyaletinin dinsiz oranı %40. Yıkılmaya yakın ve oanrılmaya muhtaç kliseler, boş para kasaları – protestan cemaatlar 2030 yılına kadar gelirlerinin yarıya düşeceğini söylüyorlar. Din’in çöküşünü “Süddeutsche Zeitung Gaztesi” bundan kısa zaman önce “Ruhuna Fatiha” diyerek yorumladı. Başkaları ise rahatsız olmaya başladılar. Bir koruyucu ve muahafaza edici kaybolup gitmekte ve bir çoğu onu koyvermek istemiyor. Almanların %64’ü bir Tanrı’ya inanıyor fakat hangi Tanrı’ya?Rahatsız olanlar çoğunlukla, gelenekleri savunan kesim. Onların korkusu, siyasal iyi insanlıklılığın ve etik komisyonların kurulması, birlik beraberlik ve yanındaki insanı sevmek gibi değerlerin kökleşmesini sağlayamayacak olması. Bunların sağlanması için daha fazla gotik domlar’a, buhur kokusuna, koral seslerine ve Tanrı’nın günah uyarılarına ihtiyaç varmış. Fakat şimdi artık Luther’in eski “Kuvvetli ‘ahlak’ kalelerinin” en sonuncusu da sallanmaya başladı. Allah’ın ahlaki kusursuzluğu şüphe altında. Deniliyor ki, monoteizm baştan itibaren şiddetçi bir din’dir. Garp Dünya’sı bundan 2500 yıl önce acaba sapık bir yola mı başvurdu Bu şüphenin en yoğun takipcisi ejiptolog Jan Assman’dır ve kendisi mesleğinde Dünya çapında en etkinlerden biridir ve şimdi ise suratı asık bir sfenks gibi gelecek Dünya’ya girmekte. Çok sayıdaki kitaplarında (En son kitabı Aralık ayının başında yayınlandı): “Tek Tanrı dini düşmanca ve sabırsızdır.” diye iddia ediyor. Profesör, yargısını destekleyen vahşice İncil alıntılarını yeterince bulmakta. İsraillilerin efsanelerden şekillenmiş geçmişleri, prensip olarak; katliamlar, cezalandırmalar ve kan dökmeden ibarettir. Yahve’nin adına sürgünler yapılıyor, karışık evlilikler zorla boşanıyor. “Özellikle Musa şüphelerin hedefinde.” diyor bu profesör. “Bu (din) kurucu Sina dağından elinde yıkıcı bir mesajl ile döndü. O, doğru ve yanlış din arasında ayırt ediyor.” Demek oluyor ki, sadece o’nun (Musa’nın) Tanrı’sı iyi dir, diğerleri ise sadece ıvır kıvır, pislik ve güçsüz lüzümsuzluklar.Böylece, diyor Assmann, “Musa gerçi Dünya’yı kökünden değiştiren devrimsel bir yenilik getirdi. Fakat bu değişiklik ille de iyiye doğru olmadı. Ondan önce, yani politeizm’de parola yaşamak ve yaşatmak idi. Fakat Yahve ise intikama susamış ve çok bilmiş bir gök gücüydü. Yanında hiç bir şeye ve hiç kimseye yer tanımayan bir gök gücü.”“Bu yüzden” diyor ejiptolog Assmann, “Dünya’ya başka bir kindarlık geldi. Çok tanrıcılara, putperestlere ve mürtedlere karşı olan bir kindarlık.”Bu açıdan bakıldığında Tevrat’ın 2. Kitabı Exodus’da anlatılan Altın Buzağı’nın etrafındaki dans bir anahtar sahne gibi geliyor. “Musa karargah kapısına geldi ve dedi ki: Kim Tanrı’dan yanaysa bana gelsin.” Kafile reisi (Musa) öfkeden patlıyordu ve günahkaraların hepsi de ölmeliydi, isterse kendi öz kardeşi, arkadaşı veya en yakını olsun. Daha aynı günde 3000 yoldan sapmışlar toz içinde yatıyordu. “Yahve’nin zorla dayattığı anlaşma, sunduğu ve herşeyin üstüne çıkardığı ahit, her türlü insani bağları kopardı.” diyor Assmann.Bu ifadenin teologları tahrik ettiği şaşışalacak bir şey değil. Yoğun bir tartışma tutuştu. Bir kaç hafta önce Lugano’da (İsviçre) kültür bilim adamlarının toplantısı yapıldı, Mart ayında Mainz Ebernburg’ta ayrı bir toplantı düzenlenecek. Rostock’lu Eski Ahid uzmanı Martin Rösel şöyle diyor: “Temel inançları prensipel sorgulamaya çıkararak Assmann yoğun bir tartışmayı başlattı.” Bazıları da bu atıfları biraz daha serin karşıladı. Bu tartışmayla bazıları çok şamatalı ve paganistik bir hoşgörü ışık dünyası yaratmaya çalışıyor diyorlar. Bu saldırı, postmodern bir bayağılık ile yapıldığı fikrinde olduklarını söylüyorlar.


Eski Ahid uzmanı olan Othmar Keel mizahlı bir şekilde şöyle konuşuyor: “Başlangıçta Allah gerçi zaman, zaman uslüpunda yanlışlıklar yapmış fakat en geç ikinci Yesaya’dan sonra Babilon esareti esanasında (M.Ö. 587’den itibaren) yahudiler artık daha ‘olgun ‘ bir Tektanrı inancı geliştirmişler ve hıristiyan inancı işte bu Allah’a bağlı olarak gelişmiştir. Bu Allah, sevgi ve iyilik dolu.” Hiç kuşku yoktur ki, bu sıralarda ilkesel bir ahlaki tartışma cereyan etmekte. Çoktandır öldü denilmesine rağmen o Tümbaba (Allah) tekrar davacı sandalyesine oturtuluyor. Yokluğunda dahi ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.Tartışmada bulunanlar başlattıkları bu tartışmayla aynı zamanda monoteizm’in başlangıcını gözler önüne sergiliyorlar. Ele alınan soru, bu tek tanrı fikrinin nereden geldiğidir.Neandertal’ler de bir Öbür Dünya inancına sahipti ve ölülerinin mezarlarını çiçeklerle süslüyorlardı. Afrika’da bugün dahi fetişlere biyat ediliyor. Hindu ve budistler de Batı’dan farklı bir yolda devam etmişler. Kenan bölgesinde temelden tersine giden ne idi acaba?Gökteki yeni güç, Dünya’daki güç dengelerini de değiştirdi.Uzun bir süre herşey açık gibi görünüyordu: Yahudilerin ayrıcalıklı dini dehası, sonsuz ve suretsiz Tanrı düşüncesini oluşturdu - hemde diğer kavimlerden daha önce. Araştırmalarda şimdiye kadar geçerli olan köşe noktaları şöyle idi:- Henüz M.Ö. 1800 yılı civarında dinlerin babası İbrahim kurban vermeye başladı.- M.Ö. 1250 yılında Musa, Mısır’dan çıktı.- M.Ö. 1000 yılında İncil’de anılan krallar Davud ve Süleyman bir yahudi mparatorluğu kurdular.Bu imaparatorluk, Süleyman’ın hükmettiği ve göz kamaştıracak kadar güzel ve Fırat’tan Akdeniz’e kadar uzanan hudutlara sahipmiş. Bu söylemin bir tek kelimesi dahi doğru değil. Bu “Tunç devri konseptinden” teologlar ayrılmak zorunda kaldılar.Ezici sayıda elde edilen kazı buluntuları, Kutsal kitabın (İncil’in) eski İsrail tarihinin süslenmiş bir anlatımı olduğunu kanıtlıyor. Acı gerçek öyle ki, Eski Ahid’in ana çalışması M.Ö. 500 – 400 arasında yapılmış. Teolog Manfred Weippert, “Eski Ahit,bir araya toplanmış bir çok hikayelerden oluşan ve yüzlerce yıl içinde toplu bir hale gelmiş bir eserdir.” diyor.Eserin yazılı hale gelmesinde Kudüs Büyük Tapınağı’nın (M.Ö. 586 da tahrip edildi ve M.Ö. 516 da tekrar inşa edildi.) Yahve rahipleri en önde gelenlerdi. Bugün Al-Aksa Camiisi’nin bulunduğu Siyon tepesine yapılan bu alacakaranlık tapınakta bütün ipler birleşiyordu. Mavi kordonlu entariler giyen sakallı rahipler tapınak duvarları arasında yürüyorlar, boğalar kurban ediyorlardı. Ritüellerin birinde kulak memeciklerine kan sürüyorlardı.Ulu yaratıcının bu iki yüzlü hizmetçileri ancak gerçekleri pek ciddiye almıyorlardı. İncil yapıcılar memleketlerini süsleyerek anlatıyorlardı. “Yaptıkları, heves ettikleri büyük kraliyet hayellerini geçmişe yansıtmaktı”, diyor Heidelberg’li din uzmanı Bernd-Jörg Diebner.Ancak arkeoloji ve yarım yamalak da olsa gerçek hikayeler içeren ‘Krallar kitabı’ (Tevrat bölümüdür)sayesinde gerçekte neler olup bittiği üzerinde biraz bilgi edinmek mümkün. Bunlara göre hikaye kısaca şöyle:M.Ö. 900 civarında Filistin’de iki ayrı küçük ulus devletleri oluşmuş. Kuzey’inde nüfusu 50.000 olan “İsrail” ve Güney’de çok daha az nüfusa sahip ve başkendi Kudüs olan “Yuda” devleti.Bu devletlerin halkı, aralarında Baal, Moloh ve tanrılar babası El bulunan bir çok tanrıya tapıyorlardı. Yahve ise başlangıçta Kuzey Sina’da yörel iklim tanrı’sı olarak hürmet görüyordu. Kral Yerobeam (bilgilere göre M.Ö. 926 – 907 arasıymış) tarafından Yahve’yi teşkil eden bir kutsal boğa yerleştirilmiş.Din gayretkeşler bu ilkel külte karşı geldiler ve “Yalnız Yahve” diyerek harekete geçtiler. Bu hareket dinde daha fazla soyutluk ve ruhbaniyet istiyordu. “İktidarın din politikasına açıkça saldıdılar, devlet kutsallarının kralları, bakanları ve rahipleri sürekli ateş altında kaldılar” diyor Weippert.
Bu grup, M.Ö. 740-705 yaşamış Amos ve Hoşea (Oze) zamanında saptanabiliyor. Bunlar öfkeli bir şekilde memleketlerindeki putperestliği yargılıyorlardı. İncildeki bu uyarıcılar her türlü hileye baş vuruyorlardı. İnsanları belalarla tehdit ediyor, aşağılıyor ve lanetler yağdırıyorlardı. Peygamber Miha (M.Ö. 740-705) halkı, putlarla fahişelik yapmakla suçlamıştır. Meslektaşı Eliya ise, Kişon ırmağı kıyısında 450 Baal rahibini öldürmüş olmakla övünürüdü.Heidelber’li din sosyologu Franz Maciejewski bu ilkel monoteistleri “fanatik zihniyet etikçileri” olarak tanımlıyor. Başkaları da ‘”Ruh’un eşek arıları” olarak tanımlıyor. Fakat ancak birbirini takip eden askeri facialardan sonra bu dini azınlık iktidara geldi:- M.Ö. 722 de asürler küçük devlet İsrail’i çiğneyip geçtiler.- M.Ö. 587 de Yuda devleti de Şark’lı orduların saldırısında özgürlüğünü yitirdi.20.000 civarında yahudi, savaş esiri olarak Babilon’a götürüldü, bağımsızlıkları artık bitmişti. Artık ancak şimdi, yurtlarından uzakta ve yabancılaşma tehditi karşısında Yahve rahipleri en başa çıktılar. Bir çoban gibi kuzularını Tümtanrı konumuna yükselen teselli edici’nin altında topladılar. Bununla beraber soğan gibi katmanlı, defalarca değiştirilmiş yüzlerce hikayelerden ve aktarmalardan oluşan bir nevi masal kitabı meydana geldi: İncil – bir labirint.Bu demek oluyor ki: Vahyi İlahi (Allah’ın vahiy göndermesi) hiç bir zaman olmadı.Vahyi ilahi daha ziyade M.Ö. 9-4 yy kadar süren uzun, kanlı ve çok zahmetli bir süreçti.Yahudiler bu saptmayla dini öncülüklerini kaybetmiş oldular. Çünkü M.Ö. 550 de Zerdüşt, çinli Konfiçyus ve iyonik doğa filozofları yaşıyorlardı. Onlar da ruhbaniyet açısından son sürat veriyorlardı. Filozof Karl Jaspers, “insanın ilk kez tüm Dünya’yı içsel olarak karşıladığı bu zaman” için “Akis zamanı” diyor.
Yine de ve buna rağmen kutsal toprakların esrarı çözülmüş değil. Konfiçyuz bilgelik ve sakinlik, iyonlar bilgi arayışı içindeydiler. Kutsal kitap ise inat ve ümutsuzluk ile doluydu. Yahudi-Hıristiyan dininde geriye yaslanmak yok, herşeyin konusu günah ve ceza dır.Eski Ahit’in üst varlığından itaatkar, hatta korkulu bir hava esiyor. İbranice inanç demek “Emunah” (“sadakat”) demektir. Allah, kıskanç bir aşık gibi davranıyor. Seçilmiş halkıyla “evlilik” anlaşması yapıyor ve mutlak güven talep ediyor. Psikolog Bruno Bettelheim’in demesiyle Samilerin Allah’ı “Doğa halklarının tarılarından dahi daha beterdi.”İncil’e yansıyan şiddet potansiyelinin çoğu, zamanın akışına bağlıdır:- Oluşumuna sahne olan yaşam düşmanı çöl ortamı.- M.Ö. 720 ve M.S. 70 yılına kadar Kudüs en az altı kez fethedildi ve baskı altında kaldı.- Bütün devrimciler gibi eski adetleri imha etmek için Yahve’nin müritleri de zor’a başvurdular. “Kökünü kazımak”, “öldürmek”, “yok etmek” gibi sözler ağızlarından düşmüyordu.Ancak, bu enerjilerini nereden alıyorlardı? Bu adamların Allah vizyonu’nun kaynağı neredeydi? O zamanın tanrılar semasında bir çok tanrı’nın sinekli bakkaların bir süpermarket gibi birleşerek bir tek elde yoğunlaştığını zannedenler yanılıyorlar. Semadaki yeni güç sadece öbür dünya’nın güç dengelerini değil, aynı zamanda dünyevi güç dengelerini de değiştirdi.Kudüs rahipleri o zamana kadar hiç görülmüş bir patriklik (egemenlik anlamında) başardılar. Modern psikoanaliz, o zamanlarda tanrısal bir erkekler birliğinin sahnelendiğine defalarca işaret etmiştir. Allah onlar için “Baba” idi ve o’nu Adonay (“Efendi”) olarak çağırıyorlardı. Bu varlık, oğullarından alçakgönüllülük ve itaat istiyordu. Kadınların bu bağlamda fazla önemi yoktu. Araştırmacılar bu arada Yahve’nin ilk başta verimlilik tanrıçası olan Aşera adında bir eşi olduğunu tespit ettiler. Aşera’nın kült ağacı M.Ö. 586 yılına kadar Kudüs tapınağının içindeydi. Fakat peygamberler bu put’a karşı fırtınalar estirdiler. Onların gözünde bu put, müşrik şehvetin zındıklık put’u idi.Musa 5. Kitap’ta “Kendine Aşera put’u diye kazık çakma. Tanrı bundan nefret eder.” diye yazar. Fakat sonunda Allah’ın bu son eşinin de işi bitti ve Babilon sürgününden geri gelen Allah artık dul idi. Arkasından rahipler Allah ile “ahitlerini” yaptılar ancak bundan da konuşan yine şiddet idi. Bütün erkek çocukları doğduktan sonra 8. Günde sünnet ettiler. Bunun için Mohel (sünnetçi) bebeğin ön dersini tırnağı ile çizer ve koparırdı. Bu suikast, bedene yakılan bir işaret gibiydi.Dikkate değer bir kitabında sosyolog Franz Maciejewski, sünnet olayını monoteist din harekatının motoru olarak tanımlıyor ve; “bu (sünnet etmek) tek tanrı inancının arkasındaki ve bu inancın eski İsrail toplumunda silinemeycek kadar güçlü kalmasının arkasındaki gizli generatif güçtür.” diyor. Bu adettir ki, yahudilerin kolektif kültik kimliğinin belirmesini sağlamıştır.
İncil’e göre Mısır, sihirbazların ve en dehşetli günahların ülkesidir. Monoteist inancının tarihteki en eski kökleri nerede? sorusu hakkında yeni detaylar mevcut. Araştırmacılar, İncil’den önce cereyan etmiş fakat kenara itilmiş sahnenin kamuflajını açmak üzere: Mısır!Takip ettikleri iz, eski devrin piramitler yapan, sayısı 1000 den fazla tanrıya tapınan ve hatta timsah dahi mumyalayan en parlak din gücü Mısır’a gidiyor.Antik zamanın Nil nehri devletine selametin ve temizliğin memleketi deniliyordu. Yunanlar bu mucizevi devlete hayranlıkla bakıyorlardı. Fakat yahudiler öyle değildi: Onların (yahudilerin) açısından Mısır panteon’u karanlığın ülkesiydi, batıl’ın ve sihirbazlığın hortladığı yeri teşkil eden bir yerdi.Assman diyor ki: “İncil, Mısır’ın en belirgin unsuru olan put kültü’nü en dehşet verici günah olarak kabul ediyordu. Bu kült omlara göre sapıklığın ve yalanın öz simgesiydi.”Bu konu Eski Ahit’te kırmızı çizgi devam eder. İbraniler, tiksinti ve hayranlıkla karışık bir duyguyla putlara hizmet eden fakat aynı zamanda matematik, yıldız bilimi ve kaza cerrahisi yapan bu hiyeroglifler ülkesine bakıyorlardı. Henüz kök babası sayılan İbrahim dahi bir keçi sürüsüyle birlikte piramidlere doğru yürümüştür. Onun arkasındna daha sonra firavun’un bakanlığına kadar yükselen Yusuf geliyor. İsrailli’ler 430 yıl boyunca bu “köleler evinde” kapalı kaldılar, dövüldüler ve alaya alındılar.Daha sonra Musa bu halkı özgürlüğe götürüyor. İncil dramı’na mucizeler giriyor, selamet başlıyor. Buluttan bir direk şeklinde- Yahve en önde gidiyor ve halkı Sinai’ye götürüyor ve orada ilahi vahyi gönderiyor. Daha sonra Arzı Mevut’a (Mukaddes topraklara) doğru devam ediyorlar. Daha çok erken bir zamanda psikologlar, bu çöl yolculuğunun psikolojik bir şemayı takip ettiğini anlamışlardı: Mısır’ın ana rahiminde İsrail çocukları yetişiyorlar. Orada kendilerini kurtaracak ve yeni topraklara götürecek tanrısal baba diye çağrışıyorlar. Bu esnada Kızıl Deniz’i geçmiş olmaları bu olayın aslında ne olduğunu daha iyi anlamaktatır: Yeni bir doğum sahnesi.Ancak, piramidlerin ülkesi İncil’e sadece karanlık gölgeler atmıyor. Memphis ve Tebe (Theben) arasında kazılar yapan arkeologlar şaşırtıcı bir şey buldular: Yahudiler mısırlılardan kopya çekmişler. Yahudilerin “Tek Tanrı” fikri aslında Mısır’dan çıkmış.Yahudilerden yüzyıllar önce tanrılar ufuğuna baskın yapan Mısır tarihinin o esrarengiz adam’ı, 18. hanedanın firavunu Eknaton, Tek Tanrı fikrini ortaya atan ilk kişiydi. Bu kral artık sadece bir tek tanrıya tapıyordu: Parlak ve ışık veren bir güneş tabelası olarak şekillendirilen Aton.


Eknaton M.Ö. 1353 yılında tahta çıkmış ve hemen işe başlamıştır. Hizmetçileri, Delta ve Yukarı Mısır’a kadar giderek tapınaklardaki tanrı adlarını kazımışlar. Sadece Heliopolis’e (Güneş sehri) bir şey yapmamış, muhtemelen orada bu hareketin öncüleri yaşamaktaydı.Nasıl da bir devrim!Geleneksel olarak Mısır putları tapınakların kutularında saklanıyorlardı. Putlar, 40 cm boyunda ve gümüş, altın ve değerli taşlardan yapılmış figürlerdi. Baş rahipler putlara her gün yemek veriyorlar, süt banyolarında yıkıyorlar, üstlerini başlarını giydiriyorlardı ve bunun karşılığında putlar onlara ölüm sonrası için teselli ve umut veriyor ve onlara şefaat verip uğur getiriyorlardı.Aton ise gözle görülmez, salt ışıktan oluşuyor ve bu Dünya’ya yönelik idi. Bu rafızi (Eknaton)eski ölü kültünü ihmal ediyordu. Ceset mumyalayıcıları nüfuslarından kaybediyorlardı, öte dünya ile olan bağlantı kopmuştu.Monoteizm’in bu ilk peygamberi’nin her şeyi tuhaf ve daha önce hiç görülmemişti. Assmann diyor ki: “Eknaton, tarih’e giren en küçük olasılığı teşkil eder.”Memleketin tanrıları’nın tapınaklarında otlar biterken Eknaton, Aton için güzellik heykelleri diker. İlk önce Tebe’de 600 Metre uzunluğunda yüzlerce sunağı olan bir kurbanlık alanı yaptırır. Aton rahipleri orada her sabah sığırlar ve kümes hayvanları kesiyor ve kurban etini doğan güneş’e doğru tutuyorlardı.Bir Aton metiyesinde şöyle diyor: “Senin ışığın bütün memleketleri kuşatır. Sen, Bir Tek olarak milyonlarca dönüşüme (şekle) sahipsin.” Dünya’nın en eski evrensel tanrısı’na yazılmış bu metiye’de o zamana kadar rastlanmamış bir şairlik var.Kabartmalarda Eknaton asık karınlı ve kalın dudaklı olarak gösteriliyor. Arka kafası tuhaf bir şekilde arkaya doğru uzanmış, göz kapakları rüyada gibi aşağıya doğru asık. Karnak’ta 20li yılların sonundaki kazılarda bulunan heykellerde Eknaton neredeyse kadınımsı göğüslere ve belirsiz cinsel organlara sahip. Bunun Fallus mu yoksa vulva mı (erkek veya kadın cinsel organları) olduğu belli değil.Kral hastamıydı? Bazıları Eknaton’da hormon rahatsızlığı olduğunu söylüyor. Antik zaman arştırmacısı Immanuel Velikovsky, Eknaton’u homoseksüel eyilimle itham ediyor. Eknaton yoksa sadece rüya mı görüyor? Bu güneş peygamberi bir tek savaş’a dahi gitmemiştir. Hükümdarlığının beşinci yılında uzak Tell-el-Amarna çöl vadisine gitmiş ve hudut taşlarına yazılmış bildirilere göre bir daha da terk etmek istememiş.Aşetaton (Aton’un ufuğu) adında yepyeni bir şehir yapıldı. 50.000 memur, hizmetçi, prens ve berber göç ederek oraya yerleştirildi. Dışarıda (Suriye’ye kadar giden) veba hastalığı kol gezerken bu tuhaf firavun güzel karısı Nofretete birlikte süslü at arabasında ışık metroplü’nün sokaklarında geziyordu.Kabartmalar, kral’ı sevdiklerinin yanında kucağında bir bebek ile gösteriyor. Bilgilere göre 9 kız çocuğu olmuş. Fakat bir aile ahengine inanan kimse yok bu arada. Eknaton’un en büyük kızı Meritaton, oğlu Semenşkare ve annesi Teje ile cinsel ilişkilerde bulunduğuna dair işaretler mevcut.Hükümdarlığının 13. Yılından sonra eşi Nofretete hiç bir izi bulunmaksızın kayıp. Acaba bazı araştırmacıların düşündüğü gibi öldürüldü mü? Kesin olan: Şiddet ve teoklastik bir radikallik (Bugün’ün diliyle radikal dinci demektir ´Darvinist) bu hükümdarın başlıca özellikleridir. Halkın bütün kutsallarını ayakları altına almıştır.Zamanının taş üzerine çizilmiş resimlerinde “Saşau” denilen güvenlik memurlarından geçilmiyor adeta. Bu güvenlik memurlarının ellerinde uzun deynekler var. Sokaktaki halk çoğunlukla boynu bükük bir halde gösteriliyor, belki bir itaatkarlık göstergesi olabilir. Yoksa ama halk, güvenlik memurlarının dayağı altında mı sızlıyordu?Kesin olan: “Tanrılar” sözcüğü tabu idi. Kimse bu sözü ağzına alamıyordu. Ölü taş’a neredeyse işlenemeyen bedensiz ve şekilsiz güneş dairesi Aton’dan başka bir şey artık yoktu. Amarna rahipleri, yaratılmışların başına düşen ışığın ta kendisine hürmet ediyorlardı. Tanrısal yapılarının çatısı yoktu ve kurbanlar açık gök yüzünün altında veriliyordu.17 yıl sonra kabartmaların yumurta kafalı olarak gösterdiği guru öldü. Takipcisi Semenşkare altında bu hayal önce bir devam etti. Semenşkare’de öldükten sonra sekiz yaşında ve Tutanchaton isimli bir çocuk dümene geçti. Daha sonra Amun rahiplerinin baskısıyla çocuğun adı Tutançamun olarak değişti. Onun ünlü hazinesinde, sırt kısmında bir resim olan taht sandalyesi bulunmakta. Bu resim Aton’un ışınları altında oturan genç bir Tut’u gösteriyor. Daha sonra generalin biri darbe yaptı ve zamanın çarkını geriye çevirdi. Tanrıların bir nevi demokratik “geriye dönüşü” başladı. Bir yerde “Memleket bir hastalık döneminden geçiyor.” deniliyor. “Tanrılardan uzak kalma”dan bahsediliyor. Eknaton lanetlendi ve anısı silindi, ismi krallar listesinden kazındı. Sanki Mısır tek tanrı diktası kabüsundan tekrar uyanmıştı. Bundan 100 yıl önce idi, arkeologlar Eknaton’un ilk izlerine rastladıklarında onunla İncildeki Musa arasında bir ilişki kurmaya çalışmışlardı. İkisinin arasındaki paraleller ortada. Asmman şöyle diyor: “İkisinin müşterek belirginliği, her ikisi de gerçeği ve gerçek olmayanı ayırma eylemini, dışlamalarına ve kırımlarına en keskin derecede alet ve ölçü olarak kullanmışlardır (Bir başka deyişle: Onların gerçek dediği gerçek, yalan dediği yalandır ve herşey ve herkes buna göre belirlenir. - Darvinist).Ancak... mısırlı guru ve Sinai’deki adamın arasında hangi bağ vardır ki? Aralarında Nil’den Kudüs’e uzanan gizli bir iz, bir göbek bağı var mı?James Breasted, 1894 yılında Berlin’de doktora yapan amerikalı bir ejiptolog bundan ta o zamanlarda şüphelenmişti. Ona göre yahudiler ışık dininden bir şekilde haberdar olmuşlardı. Eski tarih arştırmacısı alman Eduard Meyer de buna katılıyor ve çöl göçünün içinde bir gerçeklik çekirdeği bulunduğunu söylüyor.Daha geniş bir şekilde daha sonra Siegmund Freud bu işe el attı. Ağır kansere yakalanmış haliyle 1937 yılında ve antisemitizm’in Almanya’da hayvani bir şekilde doruğa ulaştığı bir zamanda psikoanaliz’in babası son büyük çalışması olan “O adam Musa ve monoteistik din”i yazıyor: Bu çalışmasında şöyle bir fikir öne sürüyor: Musa aslında Heliopolis’de bir Aton rahibiyidi. Başarısızlıkla sonuçlanan din projesini seçtiği bir grup yahudi köle ile birlikte davayı daha küçük bir çapta devam ettirmek istedi. İsim yanında (ki, “Mose” mısırca dır ve “çocuk” demektir) Freud, çocuğun Nil nehri üzerine bırakılması efsanesinden şüpheleniyordu. İncil, Musa’nın ibrani bir cariyeden doğduğunu söylüyor. Daha sonra bu cariye, bebeği bir sepete koyarak Nil nehrinin sularına bırakıyor. Bebek sonra firavun’un kızlarının birinin ellerine geliyor. Çocuk evlatlık ediniliyor ve kral’ın sarayında büyüyor. Freud için durum böylece çok açık: Musa bir mısırlı idi. Çocuğu terk etme masalı sadece bir hile idi ve yabancı çocuğu “yahudileştirmek” ve böylece onu “Milli kuruluş miti’nin” merkezine yerleştirebilmek içindir.

Avusturyalı ruh biliminin kurucusu tarafından kurnazca düşünülmüş bir senaryo. Ve Freud hikayenin nasıl devam ettiğini de biliyordu: Daha henüz yarı müşrik olan yahudiler Musa’nın çok katı kurallarından usandılar ve onu öldürdüler.İlk bakışta garip gibi gelen bu hikaye aslında sağlam temellere dayanan ve din’in ta kalbine giden bir teoriye dayanıyor. Freud ölümünden kısa bir zaman öncesi, en büyük kutsalın kapısını açtığına inanıyordu. Daha 1912 yılında yayımladığı “Totem ve Tabu” adlı yazısında Freud, baba-oğul ihtilafınıın her türlü dini eylemin kaynağı olduğunu açıklamıştı. Freud’un modeline göre: İlk sürüdeki en kuvvetli erkek domine ediyordu ve bütün dişileri kendine ayırıyırdu. Gücünün mutlakiyetinden dolayı oğullardan ve erkek kardeşlerden mutlak itaat talep ediyor ve karşı koyanları hadım etmekle tehdit ediyor. Diğer erekler bu despot’a karşı beraber oluyorlar ve liderlerini öldürüp bedenini “totem yemeğinde” yiyorlar ki liderin gücü kendilerine geçsin. Sonra hepsi de suçluluk duygusu altında kıvranıyorlar ve pişman da oluyorlar çünkü kafilenin koruyucusu öldü. Bu yüzden eski ilk baba bilinç altına yerleştiriliyor, orada “totem hayvanı’na” dönüşüyor ve kafile tarafından geleneksel olarak hürmet görüyor. Böylece insanlığın ilk din sistemi oluşuyor.“İşte bu ilkel tiran”, diyerek Freud devam ediyor, tarihin çok daha sonrası bir dönemde meydana gelen Aton kültünde birden tekrar ortaya çıkıyor fakat bu kez sema’da. Yahve de bir tiran gibi davranıyor. Onun için halk Yahve’nin birinci elçisini öldürüyor, Musa ölüyor. Fakat böylece aynı zamanda o eski suçluluk kompleksi de daha da güçlü etki yaparak uyanmış oluyor.Bu tez her ne kadar teşvik edici olsa da tam doğru olamaz. Çünkü bu hikaye çok somut, çok kavranabilir şekilde düşünülmüş bir hikaye. M.Ö. 1250 yılında bir Aton bilgini ile birlikte Sinai’nin taşlık arazisinde ruhani deneylere başlayan bir yahudi kavimi hakkında arkeologlar hiç bir kanıt bulamadı.Gerçekte, M.Ö. 1250 yıllarında Sinai bölgesinde çoğunlukla “Hapiru” denilen yol kesici göçebeler yaşıyordu. Güney Filistin’de ancak yavaş yavaş yerleşen Şasu göçebeleri yaşıyordu. Yahudi diye bir etnitise o zamanlar yoktu, sadece oradan buraya göç eden çoban kavimleri vardı.Daha ancak M.Ö. 1000 yıllarında Kenan’da sabit rençber evleri çoğalmaya başladı. Bu klubelerde küçük sunaklar vardı ve atalar ve aile hayaletleri için kurbanlar koymaya yarıyordu. Dağlarda bölgesel kutsallar yatıyordu. İncil’e göre Kenan’da M.Ö. 8. Yy da her yüksek tepede ve her büyük ağacın altında daha kutsal ateşler yanıyordu.Bu korkulu politeistik korku dünyasına İncil yapıcılarının parlak Musa’sı bir türlü yakışmıyor. Daha Sinai dağından iner inmez halk’a ilk emiri –“Ben senin efendin Allah’ım”- bildirmiş. Daha sonra yoğun olarak devam ediyor. Çölün ortasında Musa bir göçebe çadırının iç donanımı için talimatlar verir: Halk orası için bakırdan ritüel kapları yapacak, kırmızı şerbet için bir masa ve birde altın’dan bir avize. Asil bir merhamet tahtı da marangozlar tarafından yapılıyor.Bunu tarif ederken İncil yazıcıları İncil, Musa 2. Kitap’da sayfalarca aslında Kudüs tapınağının M.Ö. 516 tekrar yapılmış şeklini tarif etmekten başka birşey yapmıyorlar. Yeni ve taze yapılmış binaya saygınlık ve onur vermek için sahtekarlar öyle yapıyorlar ki, sanki bu donanım Musa’nın çöl çadırında da varmış gibi. Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, Yahve rahipleri kendi kült planlarını gerçekleştirmek için Musa’yı şahmerdan olarak kullanmışlar. Din patronu sadece ağzını açıyor ve fakat vantriloklar (dudak kıpırdatmadan karnından konuşanlar) ruhbanlardı.Fakat yinede: Memfis Kudüs akisinde bir gerçeklik payı var. Yeni arkeolojik araştırmanlar da tek tanrı fikrinin yaratıcısı Eknaton ile onun efsanevi takipcisi Musa arasında bir bağlantı olduğuna inanıyorlar. Mısır’ın ışıldayan gücünün bir zamanlar doğu kıyısına kadar gittiğini İsrailli kazıcılar etkileyici bir şekilde kanıtladılar. Firavunlar yeni karliyetlerinde (M.Ö. 1550 - 1070) bütün Doğu Akdeniz bölgesini sömürgeci pençesinde tutuyordu. Garnizonları ve ordu arabaları Filistin’in bir ucundan öbürüne kadar gidiyordu.Merenptah’da (M.Ö. 1207) nişan taşında ilk kez, İsrail adında bir bölgede ezilen bir halktan bahsediliyor. Tahmin edilebilir ki samiler, firavun’un taş ocaklarında ve taş madenlerinde çalıştırılıyordular. Filistinli çobanlar ve bedeviler –kabartmalar üzerinde sivir sakallı olarak görülmekte- dolaysıyla işgalci gücün ruhban hayatını paylaşıyorlardı. Mısır, bır sürgün medeniyeti yapısına sahip ve bütün bilgeliğin kaynağı idi.Ezilen asyalı göçebeler de Büyük Eknaton’dan haberdar oldular. Aton’a hitaben yazılan güneş ezgisi ile (İncil’in) Eski Ahit’in en güzel şarkılarından 104. mezmur’u arsında dikkat çekici bir benzerlik vardır. Bu şarkı büyük olasılıkla mısırlı askerlerin karargahları ve Filisitnli müttefik beyliklerin üzerinden aktarıldı.Ve bir başka bağlantı daha var ki tarih kuyusunun daha derinliklerine iner. M.Ö. 17 yy’da Nil tahtı Hiskos denilen yabancılar tarafından çiğnenmişti. Hiskoslar Doğu’dan gelen insanlardı, aynı zamanda ilk yahudiler oluyorlar. Hiyerogliflerin yazdığı gibi: Yabancılar şehirleri yaktılar, kutsalları dağıttılar ve halka büyük bir düşmanlıkla davrandılar. Ön mevki olarak da Avaris kale şehrini inşa ettiler.Modern arkeoloji bu anlatımı özünde kanıtladı. Avaris, Nil deltasının doğu kenarında idi. Viyanalı Manfred Bietak, kalan harabileri yıllardır kazmakta ve sonuç: Hiskoslar 108 yıl iktidarda kaldılar. Krallarından birnin adı Ya’kobher idi ki, şüphe verecek kadar İncildeki kavim babası Yakob’a (Yakub’a) benziyor. Ancak M.Ö. 1550 yılında şehri geri alma çabası başlamış. Tekrar güçlenmiş firavunlar işgalcileri geldikleri çöle geri kovdular. Araştırmacı Maciejewski’nin inandığına göre: “Filisitn’e kovulmuş ve geriye göç etmiş bu kafilelerin hafızlarında, Mısır’da yaşadıkları dönem canlı olarak kalmış olmalı.” diyor ve, Hiskosların son büyük reisleri ve eski yazılarda Kudüs’un kurucusu olarak geçen Şamudi’nin bu efsanenin çıkış noktası olduğundan şüpheleniyor.Fakat bu esnada olaylar çok çarpıltılmış ve hatta tersine dahi çevirilmiş.- Hiskoslar fetihçi olarak geldiler.- Mısır’da kaldıkları süre parlak bir hükğmdarlık idi.- Daha sonra namsız bir geri çekilme oldu.Fakat Tevrat’ta bu üç bölümü tam tersine çeviriyorlar. Orada ibraniler için köleler deniliyor. Musa ile birlikte şerefli halde oradan çıkmadan önce Nil kenarında baskı altında yaşıyorlar.Bu tür çarpıtmalar efsane araştırmacıları tarafından gayet iyi biliniyor. Buna, “Anlatımsal inverziyon” diyorlar: Küçük bir başlangıç çok parlak olarak değiştiriliyor ve aşağılayıcı son daha da vurgulanıyor. Maciejewski şöyle diyor: “Millyetçilikte rencide olan, her zaman halkların sinir sisteminin düğüm noktaları olmuştur.” Ve dolaysıyla M.Ö. 9 ve 8. yy yahudi milletinin oluşmaya başlaması ile hikaye ona göre değiştrilmiş ve gururlu bir kuruluş mitos’u olarak anlatılmış.Ancak: Musa kimdi? Musa gerçekte yaşadımı? İncil´in önümüze koyduğu çarpıtma ve saptırma kargaşası arasında gerçek daha tespit edilebilirmi?Yinede: Filsitin dışında da Musa biliniyordu. İskenderiye ve M.Ö. 4. Ve 3. yüzyılda hellenik Mısır’da din icatsısı (Musa) üzerinde çok yoğun dedikodular ortalıkta dolaşıyordu. Antik çağ’da toplam sekiz yazar ondan bahsediyorlar. Yazarların anlatımlarında ancak Musa korkunç bir ışık olarak anlatılıyor. Onu cüzzam ve cilt hastalarının reisi olarak anlatıyorlar. En korkunç hikaye ise mısırlı tarihçi ve rahip Manetho’nun (M.Ö. 280 dolayı) anlattığı hikaye. Kendi zamanından 1000 yıl önce cereyan eden bir dehşet döneminden anlatıyor. Yazara göre o zaman memleketin üstünde bir lanet varmış. 80.000 cüzzam hastası Doğu çölü’nde köle olarak çalışıyorlarmış. Firavun onlara Avaris’te bir cüzzam kolonisi kurmayı müsade etmiş. Cüzzamlı köleler Aton kültünün bir merkezi olan Heliopolis’li bir rahibi kendilerine reis seçmişler. Bu rahibin adı: Musa.Musa eski tanrılara tapınmayı yasaklar. Mısırlıların kutsal hayvanlarını kesmişler ve nihayet Musa Avaris’in etrafını çevirir ve Hiskosları yardıma çağırır. Onlarla beraber Musa Mısır üzerinde bir dehşet ve şiddet hükümdarlığı kurar ve Mısır’ın tanrısal yapılarını mutfağa çevirir. Kutsal hayvanları kebap yapar ve tapınağı da tahrip eder.

Asmman için durum böylece çok açık. Tarih eski bir travma etrafında dönüyor ve Eknaton ve Hiskosların altında işlenmiş günah ve küfür zamanı’nı muğlak bir şekilde üst’e çıkarıyor. Bu bağlamda cüzzam hastalığı sadece kültik kirliliğin bir simgesidir. Ve bunların ortasında: Musa.Asmann bunun sadece bir hafıza izi olduğunu sanıyor. Çünkü tasavvur ve hayel gücüne gem vuracak resmi bir krallar listesi olmadığından, mısırlılar lanetledikleri ve dikkat dışı bıraktıkları rafizi firavun’u (Eknaton) bir canavar haline çarpıtıp adını da Musa koymuşlar. (Bir başka deyişle, mısırlılar Eknaton’a duydukları kötü hisleri ve onun zamanında kendilerine göre yaşanmış kötülüklerin hepsini Musa isminde birleştirmişler. Böylece Musa aslında firavun Ektanon dur denilmek isteniyor – darwinist)Kanadalı ejiptolog Donald Redford hatta o kadar iler gidiyor ve Manethos’un Musa efsanesinden bazı detayları Eknaton’un yaşamı ile bizzat bağlaştırıyor. Bilindiği üzere Mısır’ın Aton guru’su (Eknaton) Doğu çölünde köleler için bir yoğunlaşma kampı kurmuştur. Manetho’ya göre Musa’nın şiddet ve terör iktidarı 13 yıl sürmüştür – Enkaton’un Amarna iktidarı da 13 yıl sürmüştür.Bütün bunlar şu düşünceyi mümkün kılıyor: Lanetlenmiş ve unutulmuş firavun, mısırlıların kolektif hafızasında Musa olarak yaşamaya devam etti. Halk ağızı Amarna dönemindeki gerçek olayları dehşet ve kültük kirlilik hatıraları olarak en kötü şekliyle hafızasında tutuyordu. Eknaton zındıklığın ta kendisi olarak tanınmıştır.Buna karşın ilk yahudiler ise ki, onlar da Amarna güneş ayaklanmasını bizzat yaşadılar, guru’yu (Eknaton) bir deha olarak biliyorlardı. Eknaton/Musa korkulu hikayelerini kendilerine maledip ve fügürleri kendi dini amaçlarına göre renklendirdiler.Sinai masalının büyük bölümünün propaganda ve sahtekarlığa dayandığından artık hiç bir Eski Ahit uzmanı şüphe etmiyor. Bu meslek grubunun mensupları biliyorlar ki, monoteizm’e giden yol İncil’in anlatmak istediği gibi dümdüz değildi.

Kazılarda elde edilen bulgular gösteriyor ki, daha M.Ö. 900 yıllarında ibraniler henüz totemizm’e bağlaydılar. Yahve’ye iklim ve bereket tanrısı olarak hürmet ediyorlardı ve tanrı’nın cinsel suretini adım adım geriye ittiler. Olayların tarihi aslı üzerinde İncil’in kendisinde de açığa vurucu izler var. Batı samilerinin sayısız kavim efsaneleri kitabın içinde birbirine girmiş ve yoğunlaşmış. Bu esnada çok eski hikaye çekirdekleri ve ilaveler kalmış. Örneğin, Ateş dağında Musa ile Allah’ın karşılıklı sohbetlerinden sonra Musa öyle bir parlak ışığa bürülmüş ki, halkın gözleri kamaşmış. Musa, Allah’ın nurunun bir suretidir. Araştırmacı Reik bu sahneyi, şamanı’ın totem hayvanının postunu giydiği bir ritüelden “artık kalan görüntü” olarak değerlendiriyor.Bu gelişmenin sonunda fakat yahudiler Allah’larını devasa boyuta ve suretsizliğe yükseltmişlerdi. Buz gibi ve uzak bir yerde inananların üzerinde tahtında oturuyor. “Benden önce hiç bir Tanrı olmadı ve benden sonra da hiç bir Tanrı olmayacak” diye peygamber Yesaya Babil tapınağının ayağına M.Ö. 530 da yazmış.Artık tek tanrı inancı tamamen yerine oturmuştu.Yesaya, etrafı yabancılığa bürünmüş, terk edilmiş, yalnız ve çareszdi. Sürgünde olan yahudi halkı çözülme tehlikesi ile karşı karşıya idi. Musa 5. Kitabın tanıdğı tek bir korku vardır: Unutmak, unutulmak. Kendini dinleyenler bu uyarıyı defalarca tekrarlamıştır. Çünkü unutmak demek, örf ve adetleri kaybetmek ve geldiği ve tekrar ger gideceği memleketini düşünmeyi bırakmak demektir. Dolaysıyla sürgünler kendi aralarında kaldılar.Şabbat’ın kutsallığını korumak, temizlik hükümleri ve yemek içmek tabuları, hepsi de oluşturuldu, geliştirildi. İsrail, ebediyetin sancağı altında toplandı. “Köle evi” Mısır düşüncesi artık şimdi tam anlamıyla şekillendi. Rahiplerin parolası: Başınızı eğmeyin. Biz daha önce de çamura batmıştık ve kurtulduk ve memleketimize muzaffer olarak geri döndük.Gerçekte M.Ö. 516 yılında ezilen bu halk için memleketlerine dönmek fırsatı çıktı. Pars Dünya imparatorluğu’nun çok cömert hükümdarı Kiros, sürgünde olan yahudilerin memleketlerine geri dönmesi için müsade verdi. Artık Yahve’nin adamları tam olarak dümenin başına geçtiler küçücük pars vilayeti “Yahud”ta kendi fikirlerine göre olan gerçek din’i geçerli kıldılar. Bu din bir Baba din’i idi ve bir çok dehşet ve şiddet işaretleri içeriyordu.Artık asıl şimdi rahipler, yahudi ruhunu bugüne dek simgeleyen işi sahnelemeye başladılar. Bebeklerin sünnet edilmesi Allah ile aralarında yapılan ahit’in anlaşmanın) sembolü konumuna yükseltildi: “Ve Yoşua taş’tan bir bıçak yaptı ve ‘Ön derilerin tepesinde’ İsraillilerin ön derilerini kesti.” diyor İncil. Ancak ondan sonra kutsal topraklara ayak basma müsadesi alabildiler. Bu nişan ile, bu yara ile Yahve ile yapılan “evlilik” artık geri dönülemez bir şekle sokuldu. Onların öncüsü olan firavun Eknaton sadece 17 yıl dayanabildi fakat Allah’ın oğulları her türlü mürteye ve zındıklığa karşı bağışıktı. Allah’ın dinden çıkanları ne kadar korkunç bir şekilde keserek cezalandıracağını anlamak için sadece erkekliklerine bakmak yeterlidir.En son olarak da kendilerini hareketin başına geçiren son bir hile daha yaptılar. Tamamen çarpıtılarak Musa’yı (Mısırca=çocuk) monoteizm’in ilk başladığı yere götürdüler ve tahmin edilebilir ki, böylece moteist din’in icat ve miras hakkının yahudi kültüründe kalmasını sağladılar. (Bir başka deyişle yahudiler Eknaton’un monoteist fikrini kendilerine malederek, ilk monoteist kavimin kendileri olduklarını öne sürüyorlar)


Her şeye rağmen Orta Doğu bunlardan 2500 yıl sonra hala bir barut fıçısına benziyor. Dindeki gerçek ve yanlış’ın musevi usulü ayırımı Şark ve Garp’ta aynı şekilde mevcut ve bu ruhani kültürel alan müşterek olduğundan bunun içi düşmalıkla doludur. Bölücü bir balta dır.Teologların çoğu farklı fikirdeler. Teolog Lukas Bormann “Assmann bizi sarstı” diye gerçi itirafta bulunuyor ve yine İncil’in radikal bir telaffuzu olduğu ve bir çok polemik içerdiğini söyledikten sonra, “Fakat bunun sebebi, yazıların neredeyse hepsinin güçleri elinden alınmış yahudi elitler tarafından yazılmış olmasıdır.” diyor.Ancak, işte tam bu güçsüzlük ve çektikleri eziyetin yahudileri ahlaken yücelttiğini söylüyor Bormann. “Tüm insanlığa örnek olarak bu yahudiler köleliğe ve ezilmeye karşı seslerini çıkarmışlar ve insanın genel barış özleminin sesi olmuşlardır”, diye devam ediyor.Bunu Assmman da inkar etmiyor. O da yahudi ruhunun başarılarını başkalarından daha iyi bilmekte.En son kitabında şöyle yazıyor: Yahudilerin gayesi hiç bir zaman insanın hataları konusunda (hataları yüze vurmak) olmamıştır. Gaye, insanın temel yaşamsal günahkarlığı, faniliği ve Tanrı’dan uzaklığı dır. Bunlardan yola çıkarak pişmanlık ve şimdiye kadar yaşadığı günahkar yaşamdan geri dönme talepleri doğmuştur.Pişmanlık ve geriye dönüş- kutsal yazının derin talebidir. İncil’de 51. mezmur bununla bağlantılı insanın kendine dönüşünü çok açık ifade ediyor: Allah’ın en çok sevdiği kurban, kızgın bir uh, kırılmış ve ezilmiş bir kalptir.

Matthias Schulz