22 Nisan 2007
30 Mart 2007
Kadına dayak (Nisa 34)
Nisa 34. Er ricalü kavvamune alen nisai bi ma faddalellahü ba'dahüm ala ba'dıv ve bi ma enfeku min emvalihim fes salihatü kanitatün hafizatül lil ğaybi bi ma hafızallah vellatı tehafune nüşüzehünne fe ızuhünne vehcüruhünne fil medaciı vadribuhünn fe in eta'neküm fe la tebğu aleyhinne14 sebıla innellahe kane aliyyen kebıra.
Türkçe tercümesi:(Diyanet)
Nisa 34. Allah'in kimini kimine ustun kilmasindan oturu ve erkeklerin, mallarindan sarfetmelerinden dolayi erkekler kadinlar uzerine hakimdirler. İyi kadinlar, gonulden boyun eğenler ve Allah'in korunmasini emrettigini, kocasinin bulunmadigi zaman da koruyanlardir. Serkeşlik etmelerinden endiselendiginiz kadinlara ogut verin, yataklarinda onları yalniz birakin, nihayet dövün Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayin. Dogrusu Allah Yuce'dir, Buyuk'tur.
Prof.Dr.Süleyman Ateş
Nisa 34. Allah, insanları birbirinden üstün kıldığı ve mallarından harca(yıp kadınların geçimini sağla)dıkları için erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler. Bundan dolayı iyi kadınlar itaatkar olup, Allah'ın kendilerini korumasına karşılık (Allah'in kendilerine verdiği başarı ile) gizliyi korurlar (kocalarına asla ihanet etmezler). Hırçınlık etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarda onlara sokulmayın, dövün. Eğer size itaat ederlerse onların aleyhine başka rol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.
Türkçe tercümesi:(Yaşar Nuri Öztürk, Kuran-ı Kerim Meali (Türkçe Çeviri), Hürriyet Ofset, 1994 baskısı)
Erkekler, kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki Allah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar. Allah'ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyi korurlar. Sadakatsizlik ve iffetsizlikleinden korktuğunuz kadınlara önce öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin/onları dövün. Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka söz aramayın. Allah çok yücedir, sınırsızca büyüktür.
Türkçe tercümesi:(Yaşar Nuri Öztürk, Kuran-ı Kerim Meali (Türkçe Çeviri), 64.Baskı, Yeni Boyut, Istanbul 1999 baskısı)
Nisa 34. Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki, Allah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar; Allah'ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyi korurlar. Sadakatsızlık ve iffetsizliklerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin! Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, sınırsızca büyüktür.
Elmalılı Hamdi Yazır
Nisa 34- Erkekler, kadın üzerine idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihad, imamet, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.
--------------
Türkçe tercümesi:(Diyanet)
Nisa 34. Allah'in kimini kimine ustun kilmasindan oturu ve erkeklerin, mallarindan sarfetmelerinden dolayi erkekler kadinlar uzerine hakimdirler. İyi kadinlar, gonulden boyun eğenler ve Allah'in korunmasini emrettigini, kocasinin bulunmadigi zaman da koruyanlardir. Serkeşlik etmelerinden endiselendiginiz kadinlara ogut verin, yataklarinda onları yalniz birakin, nihayet dövün Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayin. Dogrusu Allah Yuce'dir, Buyuk'tur.
Prof.Dr.Süleyman Ateş
Nisa 34. Allah, insanları birbirinden üstün kıldığı ve mallarından harca(yıp kadınların geçimini sağla)dıkları için erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler. Bundan dolayı iyi kadınlar itaatkar olup, Allah'ın kendilerini korumasına karşılık (Allah'in kendilerine verdiği başarı ile) gizliyi korurlar (kocalarına asla ihanet etmezler). Hırçınlık etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarda onlara sokulmayın, dövün. Eğer size itaat ederlerse onların aleyhine başka rol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.
Türkçe tercümesi:(Yaşar Nuri Öztürk, Kuran-ı Kerim Meali (Türkçe Çeviri), Hürriyet Ofset, 1994 baskısı)
Erkekler, kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki Allah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar. Allah'ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyi korurlar. Sadakatsizlik ve iffetsizlikleinden korktuğunuz kadınlara önce öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin/onları dövün. Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka söz aramayın. Allah çok yücedir, sınırsızca büyüktür.
Türkçe tercümesi:(Yaşar Nuri Öztürk, Kuran-ı Kerim Meali (Türkçe Çeviri), 64.Baskı, Yeni Boyut, Istanbul 1999 baskısı)
Nisa 34. Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki, Allah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar; Allah'ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyi korurlar. Sadakatsızlık ve iffetsizliklerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin! Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, sınırsızca büyüktür.
Elmalılı Hamdi Yazır
Nisa 34- Erkekler, kadın üzerine idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihad, imamet, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.
--------------
Evet öncelikle bu yukarıdaki meallerin iyice bir okunmasını istiyorum sizden. Görüleceği gibi Diyanet, Prof. Süleyman Ateş, Y.Nuri ve Elmalılı gibi önemli isimlerin çevirilerinde (ki aslında bütün Kuran meallerinde bu böyledir) ayette "eşini dövme" tam olarak vurgulanmıştır. (Her ne kadar Y.Nuri Öztürk sonradan dönsede bu çeviriden ama o da başka bir meseledir çünkü bu hocamızın Kuran'ı çağa uydurmak gibi bir sorunu var, tabii Edip Yüksel de öyle)
Şimdi hemen hemen bütün meallerde durum bu iken burada nasıl olurda bazı arkadaşlar konuya itiraz edierler mesnetsiz bir şekilde anlamak mümkün değildir. Yani bu arkadaşlar kendilerini Elmalılı'dan, S.Ateş'den, Diyanetten vb. daha fazla mı "alim" zannederler ?
Şimdi bu "idribuhunne" fiilinin kökü olan "DaRaba" kelimesi Kuran'da aşağıdaki anlamlarda kullanılıyor.
Şimdi hemen hemen bütün meallerde durum bu iken burada nasıl olurda bazı arkadaşlar konuya itiraz edierler mesnetsiz bir şekilde anlamak mümkün değildir. Yani bu arkadaşlar kendilerini Elmalılı'dan, S.Ateş'den, Diyanetten vb. daha fazla mı "alim" zannederler ?
Şimdi bu "idribuhunne" fiilinin kökü olan "DaRaba" kelimesi Kuran'da aşağıdaki anlamlarda kullanılıyor.
Seyyahat etmek, dışarı çıkmak (Bakara 273, Ali İmran 156 vb..)
Yol açmak (Taha 77)
Uzaklaştırma (Zuhruf 5)
Yüze ve sırta vurmak (Enfal 50, Muhammed 24)
Elle vurmak (Saffat 93)
Bir aletle vurmak (Bakara 60, Araf 160, Şuara 63, Sad 44)
Boyun ve parmaklara vurup uçurmak (Enfal 12)
Dövmek, (Nisa/34, Enfal 50, Muhammed 27, Nur 2)
Ortaya koymak (43/58, (47/27)
Misal vermek (İbrahim 24,25, Nahl 75,76, Rum 28 vb.)
Mühürlemek, damgalamak (Bakara 61, Kehf 11)
Bir de Nisa 34 ile ilgili ilave olarak "nüşuz" kelimesini (ki bu ayeti anlama konusunda kritik bir kelime) Elmalılı ile anlayalım :
Yol açmak (Taha 77)
Uzaklaştırma (Zuhruf 5)
Yüze ve sırta vurmak (Enfal 50, Muhammed 24)
Elle vurmak (Saffat 93)
Bir aletle vurmak (Bakara 60, Araf 160, Şuara 63, Sad 44)
Boyun ve parmaklara vurup uçurmak (Enfal 12)
Dövmek, (Nisa/34, Enfal 50, Muhammed 27, Nur 2)
Ortaya koymak (43/58, (47/27)
Misal vermek (İbrahim 24,25, Nahl 75,76, Rum 28 vb.)
Mühürlemek, damgalamak (Bakara 61, Kehf 11)
Bir de Nisa 34 ile ilgili ilave olarak "nüşuz" kelimesini (ki bu ayeti anlama konusunda kritik bir kelime) Elmalılı ile anlayalım :
NÜŞÛZ: Aslında lugatte yükseklik ve tümseklik mânâsından alınarak kadının kocasına kafa tutup baş kaldıracak bir durum almasıdır ki, sözde kendisini yüksek sayıp itaatını ortadan kaldırmış olur. Bunu açıklamak için büyük müfessirlerden şu açıklamalar yapılmıştır: Kadının nüşûzu kocasına isyan etmesi (İbnü Abbas), koku sürünmemesi, kocasını birleşmekten men etmesi, önceleri kocasına yaptığı muameleyi değiştirmesi (Ata), kocasından hoşlanmaması (Ebu Mensur), kocasının şer'î mesken olarak belirlediği konutta beraber oturmaktan kaçınıp onun istemediği bir yerde oturmasıdır (denilir) ki, bu mânâlar az çok birbirlerine yakındırlar.
Böyle bir durum karşısında önce bunlara vaaz ve nasihat ediniz. İkinci olarak onların yataklarından ayrılın. Üçüncü olarak onları hafifçe ve kusur bırakmayacak bir şekilde biraz dövünüz."
------
İlginç olan şudur ki; günümüz İslam reformistleri (Y.Nuri Öztürk, Edip Yüksel vb.) bu "nüşuz" fiilini kadının kocasına karşı sadakatsizliği, başka erkeğe göz koyma, kin duyma vb. daha ağır bir durum olarak yorumlama konusunda çok ısrarlı olmaları. Yani "sadaakatsizlik" ve "iffetsizlik" olarak çevrilmesi onlar için pek uygun düşüyor çünkü bu durumda kocasına sadakatsizlik yapmasından endişe edilen kadına (ki burasını anlamak mümkün değil, nasıl olur bu anlamış değilim, anlayan varsa beri gelsin çünkü önce öğüt verin sonra yatakta yalnız bırakma sonrada evden uzaklaştırma şeklinde ki bir sıralama durumu sadece bir 'endişe' ile ilgili olabilir mi ? Yani adam karısından endişeleniyor, daha doğrusu kendisini boynuzlamasından korkuyor ve bu yüzden ona öğüt veriyor, sonra yatakta yalnız bırakıyor sonrada evden uzaklaştırıyor ??? Hani öğüt vermesini anlarımda sonraki ikisi bir ceza niteliğinde yani fiili bir durum olması lazım ama burada sadece bir boynuzlanma korkusu var) "uzaklaştırma" cezası vermek daha akla yatkın gibi duruyor. Böylelikle idrebuhunne "evden çıkartma", "uzaklaştırma" anlamında kullanılarak anlamı yumuşatılmak isteniyor.
Yani "idribuhunne"nin anlamının yumuşatılması için "nüşuz"un anlamı sertleştiriliyor da diyebiliriz.
Şimdi biliyorsunuz ki Nur 2 de zina suçunun cezası kesin olarak belirlenmiştir :
Nur 2- Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah dini(ni tatbik) hususunda sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.
Yani Nisa 34'de kastedilen ceza fiili bir "iffetsizlik/sadaakatsizlik" üzerine bina edilmiş bir ceza değildir çünkü öyle olsa yüz sopa cezası alırdı kadın. Lakin bizim reformist dincilerimiz nedense bu "nüşuz" kelimesine yukarıda Elmalılı'nın açıklamalrında bahsedilmeyen "Sadakatsizlik ve iffetsizlikleinden korktuğunuz kadınlara" anlamını yükleyerek ilginç bir durum hasıl etmişler.
Şöyle ki :
Eğer ortada ki suç fiili bir sadaakatsizlik değilse (ki bunun cezasını Nur 2 düzenlemiştir) bu saadakatsizlik korkusudur veya sadaakatsizlik üzerine binaa edilmiş şüpheler vardır kocanın aklında.
Yani koca karısının sadaakatsizliğinden endişe/şüphe etmekte buna binaen sıralamalı yaptırım uygulamaktadır .
Nedir bunlar ?
1. Önce öğüt veriyor
2. Yatağından ayrılıyor
3. En sonrada (evden) uzaklaştırıyor
Şimdi soruyorum bu Nisa 34 deki "DaRaBa"fiilini "uzaklaştırma" olarak tercüme eden reformistlere : Fiili bir durum olmadan yaptırım uygulanamayacağına göre ve sadaakatsizlik gibi ağır bir fiili suçun cezası Nur 2 deki yüz değnek ise ve burada 'sadaakatsizlik' anlamında fiili bir durum olmadığı açıkça belli iken) o halde nasıl olurda böyle somut yaptırımlar sadece endişe/şüphe/ihtimal üzerine uygulanıyor?
Koca karısının kendisini aldattığından şüpheleniyor ve önce ona öğüt veriyor ve "beni aldatma olur mu ?"diyor, sonra da endişeli durum yani kadının kocasını aldatma ihtimali bütün ağırlığı ile devam ediyor ve bu "ihtimal" karşısında koca yatağını ayırıyor ama o da olmuyor sadece bir ihtimal veya şüphe üzerine kadını (evden) uzaklaştırıyor...
İklincisi "daraba" fiili Kuran'da aşağıda verdiğim örnek ayetlerde görüleceği gibi çoğunlukla (darp etme, vurma, dövme) anlamlarında kullanılıyor.
Yüze ve sırta vurmak (Enfal 50, Muhammed 24)
Elle vurmak (Saffat 93)
Bir aletle vurmak (Bakara 60, Araf 160, Şuara 63, Sad 44)
Boyun ve parmaklara vurup uçurmak (Enfal 12)
Dövmek, (Enfal 50, Muhammed 27, Nur 2)
Tabii her fiili gibi onunda bir çok anlamı var ama hangi anlamda kullanıldığı tamamıyla cümlelerin bağlamı ile ilgilidir. Yoksa şu ayette "misal vermek" anlamında kullanılmıştır o halde burada da "misal vermek"tir diyemezsiniz veya şu ayette "uzaklaştırma" anlamında kullanılmıştır burada da "uzaklaştırma" anlamındadır diyemezsiniz. Böyle bir mantık olsa olsa şark kurnazlığı sınıfına girer.
Mesela Türkçe'den örnek verelim "vurmak" fiili ile ilgili :
--Sabaha karşı yola vurduk...
--Sabah uyandığımda güneş yüzüme vuruyordu...
--O kadar yorulmuştu ki bitkinlik yüzüne vurmuştu...
--Karısına acımasızca vuruyordu...
--Kapıya vurmadan girmeyiniz. vb.
Şimidi bir akl-ı evel çıkıpta kardeşim "Karısına acımasızca vuruyordu" cümlesinde ki "vurmak" fiili "güneş yüzüne vuruyordu" cümlesinde ki "vurmak" fiili gibi kullanılıyordu diyemez veya " Vurmak' fiili Türkçe'de çok farklı anlamlarda kullanılmıştır o yüzden diğer cümlelerdeki anlamına da bakalım" diyemez ve derse ona akıllı bir adam demezler çünkü bu tip farklı anlamlarda kullanılan kelimelerin orada, o cümle içinde bu farklı anlamlardan hangisi için kullanıldığına diğer cümlelerde ki anlamına bakılarak karar verilemez, yapılması gereken cümlenin bağlamına, gelişine bakmaktır veya o kelimenin cümle içinde hangi diğer kelime üzerinde vurgu yaptığına bakmaktır, böyle şark kurnazlıkları dil biliminde sökmez ve kimseyi kandıramazsın olsa olsa kendini küçük düşürürsün bu tip kurnazlıklar ile...
Mesela "misal vermek" anlamındaki "daraba" fiili "darabellahü meselen" bağlamında kullanulmıştır, yani "Allah'ın misal vermesi" (burada meselen = misal bu kelimede Türkçe'ye Arapça'dan geçmiştir ve "darabe" burada "vermek" anlamındadır) ve şu ayetlerde bu geçer :
İbrahim suresi (14/24) :Elem tera keyfe darabellahü meselen kelimeten tayyibeten ke şeceratin tayyibetin aslüha sabitüv ve fer'uha fis sema
Türkçesi -- Allah'ın sana nasıl misal verdiğine bir baksana; güzel bir söz, kökü sağlam, sabit, dalları gökte güzel bir ağaç gibidir.
Nahl suresi (16/75) : Darabellahü meselen abdem memlukel la yakdiru ala şey'iv ve mer razaknahü minna zirkan hasenen fe hüve yünfiku minhü sirrav ve cehra hel yestevun elhamdü lillah bel ekseruhüm la ya'lemun
Türkçesi-- Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen bir köle ile, kendisini tarafımızdan güzel bir rızıkla rızıklandırıp, ondan gizli ve açık harcayan (hür) kimseyi misal verir; bunlar eşit olur mu ? Allah'a hamd olsun. Ne var ki insanların çoğu bilmezler.
Nahl suresi (16/76): Ve darabellahü meseler racüleyni ehadühüma ebkemü la yakdiru ala şey'iv ve hüve kellün ala mevlahü eynema yüveccihhü la ye'ti bi hayr hel yestevı hüve ve mey ye'müru bil adli ve hüve ala sıratım müstekıym.
Türkçesi---Allah yine iki adamı misal veriyor: Biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine ağırlık veren bir yüktür; nereye yöneltip gönderse, hiçte hayır ile gelmez; bununla adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunan kimse hiç eşit olur mu ?
Nahl suresi (16/112)- Ve darabellahü meselen karyeten kanet aminetem mutmeinnetey ye'tıha rizkuha rağadem min külli mekanin fe keferat bi en'umillahi fe ezakahallahü libasel cuı vel havfi bima kanu yasneun
Türkçesi-- Allah size güven içinde gönülleri huzur ile yatışmış bir kasaba halkını misal veriyor: Rızıkları her yandan bol ve rahatça geliyordu. buna rağmen onlar allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler; Allah da o yaptıklarına karşılık onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.
Bunun dışında misal vermek anlamında kullanıldığı ayetler Kehf suresi 32 ve 45 dir.
Yani buralarda bu fiil "misal vermek" olarak kullanılmıştır.
Ama şu ayetlerde "vurmak/dövmek" anlamındadır.
Enfal 50- Ve lev tera iz yeteveffellezıne keferul melaiketü yadribune vücuhehüm ve edbarahüm ve zuku azabel harıyk
--Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vura vura ve "Tadın bakalım cehennem azabını!" diye diye canlarını alırken hallerini bir görmeliydin.
Saffat 93. Ferağa aleyhim darbem bil yemın
--İyice yanlarına sokulup sağ eliyle bir darbe indirdi.]
Enfal 12. İz yuhıy rabbüke ilel melaiketi ennı meaküm fe sebbitüllezıne amenu seülkıy fı kulubillezıne keferur ru'be fadribu fevkal a'nakı vadribu minhüm külle benan
İşte o vakit, ey Muhammed! Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, yani yardımım ve inayetim, imdadım ve muvaffakiyetim sizinle beraberdir. Şu halde, ey meleklerim, iman edenleri tespit ediniz, ayaklarını kaydırmayıp, dimdik ayakta kalmalarını sağlayınız. Yakında Ben kâfir olanların kalblerine korku salacağım, o zaman hemen boyunlarının üstüne vurunuz, ve onların parmaklarına kadar her taraflarına vurunuz.
Bakara 60. Ve izisteska musa li kavmihı fe kulnadrib bi asakel hacer fenfecerat minhüsneta aşrate ayna kad alime küllü ünasim meşrabehüm külu veşrabu mir rizkıllahi ve la ta'sev fil erdı müfsidın.
- Hani bir zamanlar Musa, kavmi için su istemişti, biz de "asanla taşa vur!" demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri bildi. Allah'ın rızkından yiyin ve için de bozgunculuk ve saldırganlık yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.
Bakara 73. Fe kulnadribuhü bi ba'dıha kezalike yuhyillahül mevta ve yürıküm ayatihı lealleküm ta'kılun.
-- İşte bundan dolayı, o sığırın bir parçası ile o ölüye vurun, dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir, belki aklınızı başınıza toplarsınız.
"Uzaklaştırma/uzak tutma" anlamında da bir ayette kullanılmıştır
Zühruf 5. E fe nadribü ankümüz zikra safhan en küntüm kavmem müsrifın.
--Siz haddi aşan bir toplumsunuz diye, o Kuran uyarısını sizden uzak mı tutalım ?
Görüldüğü gibi bir fiilin hangi anlamda kullanıldığını diğer ayetlerdeki anlamı belirlemez. O fiilin ayet içindeki cümle bağlamı ve vurgu yaptığı diğer kelimelerden anlaşılabilinir bizim gibi o dile yabancı olanlar için ama ana dili Arapça olanlar için böyle bir çözümleme yapmak bile gerekli değildir, adam okur ve anlar o kadar aynı bizim "güneş yüzüne vurdu" cümlesindeki "vurmak" fiilini rahatlıkla ve hiç bir yoruma ihtiyaç duymadan anlamamız gibi. Yani bunlar bütün tefsircilerin bugüne kadar üzerinde bir tartışmaya girmedikleri ayetlerdir aslında ve bugünde bunun farklı anlamda yani (uzaklaştırma) anlamında kullanıldığını söyleyen bir tek Prof.Y.Nuri Öztürk ve Edip Yüksel vardır bunların haricinde kimse, hiç bir İslam "alimi" özellikle de S.Arabistan,Mısır, Katar vb ülkelerin alimleri bunu savunmaz.
İşte Arap mealicilerin ingilizce çevirilerinden bir kaç örnek:
Muhammed Asad :
And as for those woolen whose ill-will" you have reason to fear, admonish them [first]; then leave them alone in bed; then beat them ;4s and if thereupon
Mahmud Y. Zayid :
And as for those woolen whose ill-will" you have reason to fear, admonish them [first]; then leave them alone in bed; then beat them ;4s and if thereupon
Ahmet Raza Khan
"...the women from whom you fear disobedience, (at first) advise them and (then) do not cohabit with them, and (lastly) beat them; then if they obey you, do not seek to do injustice to them; indeed Allah is Supreme, Great."
Görüleceği gibi yalnızca bizimkiler değil dünyanın dört bir yanında Müslüman meal yazarları da "onları dövün" diyerek çevirmişlerdir bu ayeti.
Ama tabii siz "reformistler" daha iyi bilirsiniz ona ne şüphe?
Ayetin nüzul (iniş) sebebi ile ilgili olarak Prof. S. Ateş'den anlatalım konuyu:
"Ayetin iniş sebebine gelince : İbn Mürdeveyh'in Hz. Ali'den nakline, Taberi ve İbn Ebi Hatim'in de mürsel olarak zikrettiklerine göre ensardan birisi, karısına şiddeli bir tokat vurmuş, kadının babası kızını Allah'ın resulüne getirmiş:
-Ya Resulullah, bunu kocası , ensardan falan adamdır. Kızımı dövdü, vurduğu tokatın izi, hala kızın yüzünde duruyor, demiş
Allah'ın Resulü de kadına, kısas yapmasını (kendisininde kocasına bir tokat vurmasını) emretmiş, sonra da :
-Hele biraz sabret bakalım, demiş.
İşte o zaman: "Erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler..." ayeti inmiş. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.v.) :"Biz bir şey istedik, Allah başka bir şey istedi. Allah'ın istediği daha hayırlıdır. " deyip kısas emrini kaldırmıştır.
(İslama İtirazlar ve Kuran'ı Kerim'den Cevaplar S.458)
Anlaşılan o dur ki; başlangıçta kocasından dayak yiyen kadının yanında yer alan Muhammed sonra kadının kocasını dinlemiş ve kocasından kadının oldukça fazla "şirretlik" yaptığını öğrenince ayeti de hem o koca lehine hem de bütün kocalar lehine olacak şekilde indirmiştir.
Bu ayetin başka bir özelliğide erkeğin kadın üzerindeki otoritesini ve yöneticiliğini açık bir şekilde ifade etmiş olmasıdır.
Bu da bu iki kelime ile vurgulanmıştır.
KAVVAM ve İNFAK.
Kavvam; işleri selahiyetle yöneten, maiyetindekileri idare eden, yüklendiği görevi yerine getiren demektir.
İnfak ise; mal ve parayı belli konularda, meşru sınırlar içinde harcamak, ticari konularda revaç bulacak bir yöntem uygulamak demekti.
Bir de unutmadan söyleyeyim : İfk olayında Aişe'ye zina suçu atfedilmiş ve Muhammed de olay açıklığa kavuşuncaya kadar onu babası Ebu Bekir'in evine göndermiştir ama bu ayetin iniş sebebi bu olay değildir. Bu olay sadece eğer "zina endişesi" var ise aynı bu Aişe olayında olduğu gibi "uzaklaştırma" olmalıdır, şeklinde bir yorum çıkartığı bu ayetinde bu şekilde geliştiğinin yani "zina endişesine" karşı kocanın alması gereken tedbirlerden bahsettiği vurgulanmaktadır reformistlerimiz tarafından.
Halbuki bu ayette "zina" ile ilgili veya "zina şüphesi" ile ilgili bir hüküm mevcut değildir. Söz konusu kelime yani "nüşûz" kadının kocasına isyan etmesi (İbnü Abbas), koku sürünmemesi, kocasını birleşmekten men etmesi, önceleri kocasına yaptığı muameleyi değiştirmesi (Ata), kocasından hoşlanmaması (Ebu Mensur), kocasının şer'î mesken olarak belirlediği konutta beraber oturmaktan kaçınıp onun istemediği bir yerde oturması vb. zina veya zina şüphesi dışındaki anlamlarda kullanılır. Burda söz konusu olan genel anlamda kocaya itaatsizliktir. Ayrıca S.Ateş'ten yukarıda alıntıladığımız "nüzûl (iniş) sebebi de bunu doğrulamaktadır zaten.
Neyse, S. Ateşten Nisa 34 ile ilgili alıntılar ile devam edelim yine :
"Şüphesiz dövmek sert bir metodtur. Fakat bazen buna mecbur kalınabilinir. Ayet, insan tabiatına uygun yolları göstermiştir. Kadını eğitmek, yola getirmek için önce yumuşak metotlar kullanılır. Genellikle insanlar güzellikten, iyilikten hoşlanırlar. Ama iyilikten anlamayan, adeta dayağı ihtiyaç gibi hisseden kadınlarda yok değildir. İşte öylelerini yola getirmenin son çaresi dayak olmaktadır.
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir,
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir !
(İslama İtirazlar ve Kuran-ı Kerim'den Cevaplar-S. 456-457)
Bir de Y.Nuri Öztürk hocamızdan bir alıntı yapalım :
"Yani Nisa 34. ayette kadının dövülmesi vardır desek bile bu, kocanın karısını dövmesi ilkelliğine gerekçe yapılamaz. Kadın, din emri (!) olarak dövülecekse bunu ilgili kamu görevlileri yapacaktır" (İslam Nasıl Yozlaştırıldı S.343)
İlginçtir ama kitabın ilk sayfasına da "Cumhuriyetin 77. Yılına Armağan" diye yazmış hocamız...
---------------
Bütün bu anlatımlarımızdan da görüleceği gibi Kuran'da Nisa 34. ayette apaçık bir şekilde "kadına dayak" emri vardır. Bütün ayetleri ve ayetlerde geçen kelimeleri çarpıtmayı marifet bilen "reformist"ler güya Kuran'ı modern çağa adapte etme gayreti içindedirler. Ama Kuran bırakın modern çağa göre, içinde bulunduğu cahiliyye döneminin bile gerisinde kalmış bir kitaptır. "Haram aylar çıkınca müşrikleri gördüğünüz yerde öldürün (Tevbe 5) " diye emirler yağdıran bir kitabın da "kadına dayak" emri vermesi normal karşılanmalıdır.
Böyle bir durum karşısında önce bunlara vaaz ve nasihat ediniz. İkinci olarak onların yataklarından ayrılın. Üçüncü olarak onları hafifçe ve kusur bırakmayacak bir şekilde biraz dövünüz."
------
İlginç olan şudur ki; günümüz İslam reformistleri (Y.Nuri Öztürk, Edip Yüksel vb.) bu "nüşuz" fiilini kadının kocasına karşı sadakatsizliği, başka erkeğe göz koyma, kin duyma vb. daha ağır bir durum olarak yorumlama konusunda çok ısrarlı olmaları. Yani "sadaakatsizlik" ve "iffetsizlik" olarak çevrilmesi onlar için pek uygun düşüyor çünkü bu durumda kocasına sadakatsizlik yapmasından endişe edilen kadına (ki burasını anlamak mümkün değil, nasıl olur bu anlamış değilim, anlayan varsa beri gelsin çünkü önce öğüt verin sonra yatakta yalnız bırakma sonrada evden uzaklaştırma şeklinde ki bir sıralama durumu sadece bir 'endişe' ile ilgili olabilir mi ? Yani adam karısından endişeleniyor, daha doğrusu kendisini boynuzlamasından korkuyor ve bu yüzden ona öğüt veriyor, sonra yatakta yalnız bırakıyor sonrada evden uzaklaştırıyor ??? Hani öğüt vermesini anlarımda sonraki ikisi bir ceza niteliğinde yani fiili bir durum olması lazım ama burada sadece bir boynuzlanma korkusu var) "uzaklaştırma" cezası vermek daha akla yatkın gibi duruyor. Böylelikle idrebuhunne "evden çıkartma", "uzaklaştırma" anlamında kullanılarak anlamı yumuşatılmak isteniyor.
Yani "idribuhunne"nin anlamının yumuşatılması için "nüşuz"un anlamı sertleştiriliyor da diyebiliriz.
Şimdi biliyorsunuz ki Nur 2 de zina suçunun cezası kesin olarak belirlenmiştir :
Nur 2- Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah dini(ni tatbik) hususunda sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.
Yani Nisa 34'de kastedilen ceza fiili bir "iffetsizlik/sadaakatsizlik" üzerine bina edilmiş bir ceza değildir çünkü öyle olsa yüz sopa cezası alırdı kadın. Lakin bizim reformist dincilerimiz nedense bu "nüşuz" kelimesine yukarıda Elmalılı'nın açıklamalrında bahsedilmeyen "Sadakatsizlik ve iffetsizlikleinden korktuğunuz kadınlara" anlamını yükleyerek ilginç bir durum hasıl etmişler.
Şöyle ki :
Eğer ortada ki suç fiili bir sadaakatsizlik değilse (ki bunun cezasını Nur 2 düzenlemiştir) bu saadakatsizlik korkusudur veya sadaakatsizlik üzerine binaa edilmiş şüpheler vardır kocanın aklında.
Yani koca karısının sadaakatsizliğinden endişe/şüphe etmekte buna binaen sıralamalı yaptırım uygulamaktadır .
Nedir bunlar ?
1. Önce öğüt veriyor
2. Yatağından ayrılıyor
3. En sonrada (evden) uzaklaştırıyor
Şimdi soruyorum bu Nisa 34 deki "DaRaBa"fiilini "uzaklaştırma" olarak tercüme eden reformistlere : Fiili bir durum olmadan yaptırım uygulanamayacağına göre ve sadaakatsizlik gibi ağır bir fiili suçun cezası Nur 2 deki yüz değnek ise ve burada 'sadaakatsizlik' anlamında fiili bir durum olmadığı açıkça belli iken) o halde nasıl olurda böyle somut yaptırımlar sadece endişe/şüphe/ihtimal üzerine uygulanıyor?
Koca karısının kendisini aldattığından şüpheleniyor ve önce ona öğüt veriyor ve "beni aldatma olur mu ?"diyor, sonra da endişeli durum yani kadının kocasını aldatma ihtimali bütün ağırlığı ile devam ediyor ve bu "ihtimal" karşısında koca yatağını ayırıyor ama o da olmuyor sadece bir ihtimal veya şüphe üzerine kadını (evden) uzaklaştırıyor...
İklincisi "daraba" fiili Kuran'da aşağıda verdiğim örnek ayetlerde görüleceği gibi çoğunlukla (darp etme, vurma, dövme) anlamlarında kullanılıyor.
Yüze ve sırta vurmak (Enfal 50, Muhammed 24)
Elle vurmak (Saffat 93)
Bir aletle vurmak (Bakara 60, Araf 160, Şuara 63, Sad 44)
Boyun ve parmaklara vurup uçurmak (Enfal 12)
Dövmek, (Enfal 50, Muhammed 27, Nur 2)
Tabii her fiili gibi onunda bir çok anlamı var ama hangi anlamda kullanıldığı tamamıyla cümlelerin bağlamı ile ilgilidir. Yoksa şu ayette "misal vermek" anlamında kullanılmıştır o halde burada da "misal vermek"tir diyemezsiniz veya şu ayette "uzaklaştırma" anlamında kullanılmıştır burada da "uzaklaştırma" anlamındadır diyemezsiniz. Böyle bir mantık olsa olsa şark kurnazlığı sınıfına girer.
Mesela Türkçe'den örnek verelim "vurmak" fiili ile ilgili :
--Sabaha karşı yola vurduk...
--Sabah uyandığımda güneş yüzüme vuruyordu...
--O kadar yorulmuştu ki bitkinlik yüzüne vurmuştu...
--Karısına acımasızca vuruyordu...
--Kapıya vurmadan girmeyiniz. vb.
Şimidi bir akl-ı evel çıkıpta kardeşim "Karısına acımasızca vuruyordu" cümlesinde ki "vurmak" fiili "güneş yüzüne vuruyordu" cümlesinde ki "vurmak" fiili gibi kullanılıyordu diyemez veya " Vurmak' fiili Türkçe'de çok farklı anlamlarda kullanılmıştır o yüzden diğer cümlelerdeki anlamına da bakalım" diyemez ve derse ona akıllı bir adam demezler çünkü bu tip farklı anlamlarda kullanılan kelimelerin orada, o cümle içinde bu farklı anlamlardan hangisi için kullanıldığına diğer cümlelerde ki anlamına bakılarak karar verilemez, yapılması gereken cümlenin bağlamına, gelişine bakmaktır veya o kelimenin cümle içinde hangi diğer kelime üzerinde vurgu yaptığına bakmaktır, böyle şark kurnazlıkları dil biliminde sökmez ve kimseyi kandıramazsın olsa olsa kendini küçük düşürürsün bu tip kurnazlıklar ile...
Mesela "misal vermek" anlamındaki "daraba" fiili "darabellahü meselen" bağlamında kullanulmıştır, yani "Allah'ın misal vermesi" (burada meselen = misal bu kelimede Türkçe'ye Arapça'dan geçmiştir ve "darabe" burada "vermek" anlamındadır) ve şu ayetlerde bu geçer :
İbrahim suresi (14/24) :Elem tera keyfe darabellahü meselen kelimeten tayyibeten ke şeceratin tayyibetin aslüha sabitüv ve fer'uha fis sema
Türkçesi -- Allah'ın sana nasıl misal verdiğine bir baksana; güzel bir söz, kökü sağlam, sabit, dalları gökte güzel bir ağaç gibidir.
Nahl suresi (16/75) : Darabellahü meselen abdem memlukel la yakdiru ala şey'iv ve mer razaknahü minna zirkan hasenen fe hüve yünfiku minhü sirrav ve cehra hel yestevun elhamdü lillah bel ekseruhüm la ya'lemun
Türkçesi-- Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen bir köle ile, kendisini tarafımızdan güzel bir rızıkla rızıklandırıp, ondan gizli ve açık harcayan (hür) kimseyi misal verir; bunlar eşit olur mu ? Allah'a hamd olsun. Ne var ki insanların çoğu bilmezler.
Nahl suresi (16/76): Ve darabellahü meseler racüleyni ehadühüma ebkemü la yakdiru ala şey'iv ve hüve kellün ala mevlahü eynema yüveccihhü la ye'ti bi hayr hel yestevı hüve ve mey ye'müru bil adli ve hüve ala sıratım müstekıym.
Türkçesi---Allah yine iki adamı misal veriyor: Biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine ağırlık veren bir yüktür; nereye yöneltip gönderse, hiçte hayır ile gelmez; bununla adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunan kimse hiç eşit olur mu ?
Nahl suresi (16/112)- Ve darabellahü meselen karyeten kanet aminetem mutmeinnetey ye'tıha rizkuha rağadem min külli mekanin fe keferat bi en'umillahi fe ezakahallahü libasel cuı vel havfi bima kanu yasneun
Türkçesi-- Allah size güven içinde gönülleri huzur ile yatışmış bir kasaba halkını misal veriyor: Rızıkları her yandan bol ve rahatça geliyordu. buna rağmen onlar allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler; Allah da o yaptıklarına karşılık onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.
Bunun dışında misal vermek anlamında kullanıldığı ayetler Kehf suresi 32 ve 45 dir.
Yani buralarda bu fiil "misal vermek" olarak kullanılmıştır.
Ama şu ayetlerde "vurmak/dövmek" anlamındadır.
Enfal 50- Ve lev tera iz yeteveffellezıne keferul melaiketü yadribune vücuhehüm ve edbarahüm ve zuku azabel harıyk
--Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vura vura ve "Tadın bakalım cehennem azabını!" diye diye canlarını alırken hallerini bir görmeliydin.
Saffat 93. Ferağa aleyhim darbem bil yemın
--İyice yanlarına sokulup sağ eliyle bir darbe indirdi.]
Enfal 12. İz yuhıy rabbüke ilel melaiketi ennı meaküm fe sebbitüllezıne amenu seülkıy fı kulubillezıne keferur ru'be fadribu fevkal a'nakı vadribu minhüm külle benan
İşte o vakit, ey Muhammed! Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, yani yardımım ve inayetim, imdadım ve muvaffakiyetim sizinle beraberdir. Şu halde, ey meleklerim, iman edenleri tespit ediniz, ayaklarını kaydırmayıp, dimdik ayakta kalmalarını sağlayınız. Yakında Ben kâfir olanların kalblerine korku salacağım, o zaman hemen boyunlarının üstüne vurunuz, ve onların parmaklarına kadar her taraflarına vurunuz.
Bakara 60. Ve izisteska musa li kavmihı fe kulnadrib bi asakel hacer fenfecerat minhüsneta aşrate ayna kad alime küllü ünasim meşrabehüm külu veşrabu mir rizkıllahi ve la ta'sev fil erdı müfsidın.
- Hani bir zamanlar Musa, kavmi için su istemişti, biz de "asanla taşa vur!" demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri bildi. Allah'ın rızkından yiyin ve için de bozgunculuk ve saldırganlık yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.
Bakara 73. Fe kulnadribuhü bi ba'dıha kezalike yuhyillahül mevta ve yürıküm ayatihı lealleküm ta'kılun.
-- İşte bundan dolayı, o sığırın bir parçası ile o ölüye vurun, dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir, belki aklınızı başınıza toplarsınız.
"Uzaklaştırma/uzak tutma" anlamında da bir ayette kullanılmıştır
Zühruf 5. E fe nadribü ankümüz zikra safhan en küntüm kavmem müsrifın.
--Siz haddi aşan bir toplumsunuz diye, o Kuran uyarısını sizden uzak mı tutalım ?
Görüldüğü gibi bir fiilin hangi anlamda kullanıldığını diğer ayetlerdeki anlamı belirlemez. O fiilin ayet içindeki cümle bağlamı ve vurgu yaptığı diğer kelimelerden anlaşılabilinir bizim gibi o dile yabancı olanlar için ama ana dili Arapça olanlar için böyle bir çözümleme yapmak bile gerekli değildir, adam okur ve anlar o kadar aynı bizim "güneş yüzüne vurdu" cümlesindeki "vurmak" fiilini rahatlıkla ve hiç bir yoruma ihtiyaç duymadan anlamamız gibi. Yani bunlar bütün tefsircilerin bugüne kadar üzerinde bir tartışmaya girmedikleri ayetlerdir aslında ve bugünde bunun farklı anlamda yani (uzaklaştırma) anlamında kullanıldığını söyleyen bir tek Prof.Y.Nuri Öztürk ve Edip Yüksel vardır bunların haricinde kimse, hiç bir İslam "alimi" özellikle de S.Arabistan,Mısır, Katar vb ülkelerin alimleri bunu savunmaz.
İşte Arap mealicilerin ingilizce çevirilerinden bir kaç örnek:
Muhammed Asad :
And as for those woolen whose ill-will" you have reason to fear, admonish them [first]; then leave them alone in bed; then beat them ;4s and if thereupon
Mahmud Y. Zayid :
And as for those woolen whose ill-will" you have reason to fear, admonish them [first]; then leave them alone in bed; then beat them ;4s and if thereupon
Ahmet Raza Khan
"...the women from whom you fear disobedience, (at first) advise them and (then) do not cohabit with them, and (lastly) beat them; then if they obey you, do not seek to do injustice to them; indeed Allah is Supreme, Great."
Görüleceği gibi yalnızca bizimkiler değil dünyanın dört bir yanında Müslüman meal yazarları da "onları dövün" diyerek çevirmişlerdir bu ayeti.
Ama tabii siz "reformistler" daha iyi bilirsiniz ona ne şüphe?
Ayetin nüzul (iniş) sebebi ile ilgili olarak Prof. S. Ateş'den anlatalım konuyu:
"Ayetin iniş sebebine gelince : İbn Mürdeveyh'in Hz. Ali'den nakline, Taberi ve İbn Ebi Hatim'in de mürsel olarak zikrettiklerine göre ensardan birisi, karısına şiddeli bir tokat vurmuş, kadının babası kızını Allah'ın resulüne getirmiş:
-Ya Resulullah, bunu kocası , ensardan falan adamdır. Kızımı dövdü, vurduğu tokatın izi, hala kızın yüzünde duruyor, demiş
Allah'ın Resulü de kadına, kısas yapmasını (kendisininde kocasına bir tokat vurmasını) emretmiş, sonra da :
-Hele biraz sabret bakalım, demiş.
İşte o zaman: "Erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler..." ayeti inmiş. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.v.) :"Biz bir şey istedik, Allah başka bir şey istedi. Allah'ın istediği daha hayırlıdır. " deyip kısas emrini kaldırmıştır.
(İslama İtirazlar ve Kuran'ı Kerim'den Cevaplar S.458)
Anlaşılan o dur ki; başlangıçta kocasından dayak yiyen kadının yanında yer alan Muhammed sonra kadının kocasını dinlemiş ve kocasından kadının oldukça fazla "şirretlik" yaptığını öğrenince ayeti de hem o koca lehine hem de bütün kocalar lehine olacak şekilde indirmiştir.
Bu ayetin başka bir özelliğide erkeğin kadın üzerindeki otoritesini ve yöneticiliğini açık bir şekilde ifade etmiş olmasıdır.
Bu da bu iki kelime ile vurgulanmıştır.
KAVVAM ve İNFAK.
Kavvam; işleri selahiyetle yöneten, maiyetindekileri idare eden, yüklendiği görevi yerine getiren demektir.
İnfak ise; mal ve parayı belli konularda, meşru sınırlar içinde harcamak, ticari konularda revaç bulacak bir yöntem uygulamak demekti.
Bir de unutmadan söyleyeyim : İfk olayında Aişe'ye zina suçu atfedilmiş ve Muhammed de olay açıklığa kavuşuncaya kadar onu babası Ebu Bekir'in evine göndermiştir ama bu ayetin iniş sebebi bu olay değildir. Bu olay sadece eğer "zina endişesi" var ise aynı bu Aişe olayında olduğu gibi "uzaklaştırma" olmalıdır, şeklinde bir yorum çıkartığı bu ayetinde bu şekilde geliştiğinin yani "zina endişesine" karşı kocanın alması gereken tedbirlerden bahsettiği vurgulanmaktadır reformistlerimiz tarafından.
Halbuki bu ayette "zina" ile ilgili veya "zina şüphesi" ile ilgili bir hüküm mevcut değildir. Söz konusu kelime yani "nüşûz" kadının kocasına isyan etmesi (İbnü Abbas), koku sürünmemesi, kocasını birleşmekten men etmesi, önceleri kocasına yaptığı muameleyi değiştirmesi (Ata), kocasından hoşlanmaması (Ebu Mensur), kocasının şer'î mesken olarak belirlediği konutta beraber oturmaktan kaçınıp onun istemediği bir yerde oturması vb. zina veya zina şüphesi dışındaki anlamlarda kullanılır. Burda söz konusu olan genel anlamda kocaya itaatsizliktir. Ayrıca S.Ateş'ten yukarıda alıntıladığımız "nüzûl (iniş) sebebi de bunu doğrulamaktadır zaten.
Neyse, S. Ateşten Nisa 34 ile ilgili alıntılar ile devam edelim yine :
"Şüphesiz dövmek sert bir metodtur. Fakat bazen buna mecbur kalınabilinir. Ayet, insan tabiatına uygun yolları göstermiştir. Kadını eğitmek, yola getirmek için önce yumuşak metotlar kullanılır. Genellikle insanlar güzellikten, iyilikten hoşlanırlar. Ama iyilikten anlamayan, adeta dayağı ihtiyaç gibi hisseden kadınlarda yok değildir. İşte öylelerini yola getirmenin son çaresi dayak olmaktadır.
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir,
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir !
(İslama İtirazlar ve Kuran-ı Kerim'den Cevaplar-S. 456-457)
Bir de Y.Nuri Öztürk hocamızdan bir alıntı yapalım :
"Yani Nisa 34. ayette kadının dövülmesi vardır desek bile bu, kocanın karısını dövmesi ilkelliğine gerekçe yapılamaz. Kadın, din emri (!) olarak dövülecekse bunu ilgili kamu görevlileri yapacaktır" (İslam Nasıl Yozlaştırıldı S.343)
İlginçtir ama kitabın ilk sayfasına da "Cumhuriyetin 77. Yılına Armağan" diye yazmış hocamız...
---------------
Bütün bu anlatımlarımızdan da görüleceği gibi Kuran'da Nisa 34. ayette apaçık bir şekilde "kadına dayak" emri vardır. Bütün ayetleri ve ayetlerde geçen kelimeleri çarpıtmayı marifet bilen "reformist"ler güya Kuran'ı modern çağa adapte etme gayreti içindedirler. Ama Kuran bırakın modern çağa göre, içinde bulunduğu cahiliyye döneminin bile gerisinde kalmış bir kitaptır. "Haram aylar çıkınca müşrikleri gördüğünüz yerde öldürün (Tevbe 5) " diye emirler yağdıran bir kitabın da "kadına dayak" emri vermesi normal karşılanmalıdır.
18 Mart 2007
22 Şubat 2007
HÜSEYIN'IN KOLTUK DEGNEKLERI
Bir varmis, bir yokmus,
Yillar yillar önce evrenin ücra bir kösesinde, yesil bir gezegenin üst yarisinda bir yerlerde, sinirlari oldukça genis , yesil bir vatanda; bir çokmillet bir arada yasarmis. Ulus adini verdikleri bu grup; ekonomik , sosyal,politik sorunlari ve yöneticileri bir yana birakirsak genelde iyi insanlardan olusuyormus. Insanlar öz degerlerine sahip, birbirleriyle iyi geçinen ve sevecen kisilermis ; çünkü asirlardir üzerinde yasadiklari toprak parçasi o gezegende en eski medeniyetlerin yasadigi bir yermis ve bu medeniyetlerin devir daimi; çaglar boyu o topragin üzerinde yasayan kusaklara insanligin gerektirdigi olgun davranislari , hosgörüyü, sevecenligi iletmis. Insanlar çok iyiymis, sevgi ve saygi dolularmis ama buözelliklerinin yanisira tüm vatandaslarin yani hemen hemen %99 unun ortakbir özelligi varmis: koltuk degnekleri. Dogumdan ölüme kadar hemen herkeskoltuk degnekleriyle birlikte yasarmis, hatta birlikte gömülürmüs. Koltukdegneksiz bir insanin hayatinda düzgün bir sekilde yürüyemeyecegine inanilirmis. Bu töreymis, kuralmis, çocukken asilanan ve asla terkedilemeyen bir bagimlilikmis. Koltuk degneksiz yürüyen kisi yadirganir ve toplumdan dislanirmis, bu nedenle de hiç kimse neden bunlari kullandiklarini,gerçekten ihtiyaçlarinin olup olmadigini sorgulamaz, üzerinde felsefeyapmazmis.
Toplumda kabul görmek için "koltuk degnekli" oldugunu söylemek,koltuk degneklerinin insanlara kazandirdiklarindan, arti degerlerinden bahsetmek gerekirmis. Hatta yöneticiler seçim propagandalarinda bu konuya genis yer verirlermis. Söyle derlermis asagi yukari : "Sayin yurttaslarim,iste ben gördügünüz gibi koltuk degnekliyim, düzgün yürümemi bunlara borçluyum ve bu sayede sizleri en iyi sekilde yönetecegime inaniyorum."
Hangi partiden olursa olsun, bunlari söylemeyen bir yönetici aslaseçilemezmis. Toplum yöneticileri, yöneticiler de toplumu bu konuda sikitutarmis.
[Bati ülkeleri de bu olayi son derece desteklerlermis. Hatta bir"koltuk degnegi" projesi bile baslatmislar. "Koltuk degnegi" projesi ; az kalkinmis ama öz degerleri zengin olan ve Bati ülkelerince sömürülen ülkelerde yasayan insanlarin agir aksak yürümelerini, yavas ve zor hareket etmelerini saglamayi amaçliyormus. Bu sayede acizlesen insanlar, batili ülkelere her zaman muhtaç kalacakmis. Projenin amaci buymus. ]
Ne diyorduk? Evet! Koltuk degneklerine o cennet ülkede çok saygi duyulurmusve onlari imal eden ustalarin da toplumda yerleri ayriymis. Koltuk degneklerinin bu derece yaygin olmasi, koltuk degnekçilerine de statü kazandirmis. Dernekleri, vakiflari , holdingleri, bankalari , okullari,yurtlari olmus. Topluma yön veren bu degnekçiler ekonomiyi tekellerine almislar. Çünkü toplum koltuk degnegine öylesine saygi duyarmis ki , onu yapana da ayni saygiyi duymaya zorunlu sayilirmis insanlar..
Durum böyle iken, alan razi, satan razi iken, bu ülkede Hüseyin diye bir adam dogmus ve büyümüs. Daha ufacik çocukken Hüseyin'e ailesi koltuk degneklerini vermis ve onlara sahip çikmasini , hayatta düzgün yürümesini,iyi ve dogru olmasini ögütlemis. Hüseyin'in ailesi de o vatanda yasayan milyonlarca kisi gibi dogru, dürüst ve namusluymus, koltuk degnekleriyle dümdüz, dimdik, dosdogru yürüyorlarmis. Hüseyin, bu ise diger milyonlarca insan gibi kafasini yormamis. "Madem ki töre, biz de kabul eder, koltuk degneklerimizi sever ve koruruz" demis. Daha sonra farketmis ki koltuk degneklerini sevmek, koltuk degnekçilerini, imalatçilari da sevmek anlaminageliyor. Bu zorunluluk Hüseyin'e saçma gelmis, ama yine de üzerinde uzun boylu düsünüp , kafa yormamis. Asirlardan beri kurulmus, tikir tikir isleyen bir düzen varmis ve bunu sorgulamak çok saçmaymis, vakit kaybiymis. Böylece Hüseyin gençligini doya doya yasamis, zamani gelince onu basgöz etmisler.
Karisi da dogal olarak koltuk degnekliymis. Çünkü koltuk degneksiz gezmek buülkede ayipmis, herkes koltuk degneksiz kisilerin düzgün yürüyemeyecegine,namuslu ve dürüst olamayacagina inaniyormus. Tüm bu inanislara ragmen oülkede namussuz insanlar da varmis ve Hüseyin'in anlayamadigi nokta:namussuzlarin da koltuk degnekleri varmis.
O zaman Hüseyin düsünmüs:
Yillar yillar önce evrenin ücra bir kösesinde, yesil bir gezegenin üst yarisinda bir yerlerde, sinirlari oldukça genis , yesil bir vatanda; bir çokmillet bir arada yasarmis. Ulus adini verdikleri bu grup; ekonomik , sosyal,politik sorunlari ve yöneticileri bir yana birakirsak genelde iyi insanlardan olusuyormus. Insanlar öz degerlerine sahip, birbirleriyle iyi geçinen ve sevecen kisilermis ; çünkü asirlardir üzerinde yasadiklari toprak parçasi o gezegende en eski medeniyetlerin yasadigi bir yermis ve bu medeniyetlerin devir daimi; çaglar boyu o topragin üzerinde yasayan kusaklara insanligin gerektirdigi olgun davranislari , hosgörüyü, sevecenligi iletmis. Insanlar çok iyiymis, sevgi ve saygi dolularmis ama buözelliklerinin yanisira tüm vatandaslarin yani hemen hemen %99 unun ortakbir özelligi varmis: koltuk degnekleri. Dogumdan ölüme kadar hemen herkeskoltuk degnekleriyle birlikte yasarmis, hatta birlikte gömülürmüs. Koltukdegneksiz bir insanin hayatinda düzgün bir sekilde yürüyemeyecegine inanilirmis. Bu töreymis, kuralmis, çocukken asilanan ve asla terkedilemeyen bir bagimlilikmis. Koltuk degneksiz yürüyen kisi yadirganir ve toplumdan dislanirmis, bu nedenle de hiç kimse neden bunlari kullandiklarini,gerçekten ihtiyaçlarinin olup olmadigini sorgulamaz, üzerinde felsefeyapmazmis.
Toplumda kabul görmek için "koltuk degnekli" oldugunu söylemek,koltuk degneklerinin insanlara kazandirdiklarindan, arti degerlerinden bahsetmek gerekirmis. Hatta yöneticiler seçim propagandalarinda bu konuya genis yer verirlermis. Söyle derlermis asagi yukari : "Sayin yurttaslarim,iste ben gördügünüz gibi koltuk degnekliyim, düzgün yürümemi bunlara borçluyum ve bu sayede sizleri en iyi sekilde yönetecegime inaniyorum."
Hangi partiden olursa olsun, bunlari söylemeyen bir yönetici aslaseçilemezmis. Toplum yöneticileri, yöneticiler de toplumu bu konuda sikitutarmis.
[Bati ülkeleri de bu olayi son derece desteklerlermis. Hatta bir"koltuk degnegi" projesi bile baslatmislar. "Koltuk degnegi" projesi ; az kalkinmis ama öz degerleri zengin olan ve Bati ülkelerince sömürülen ülkelerde yasayan insanlarin agir aksak yürümelerini, yavas ve zor hareket etmelerini saglamayi amaçliyormus. Bu sayede acizlesen insanlar, batili ülkelere her zaman muhtaç kalacakmis. Projenin amaci buymus. ]
Ne diyorduk? Evet! Koltuk degneklerine o cennet ülkede çok saygi duyulurmusve onlari imal eden ustalarin da toplumda yerleri ayriymis. Koltuk degneklerinin bu derece yaygin olmasi, koltuk degnekçilerine de statü kazandirmis. Dernekleri, vakiflari , holdingleri, bankalari , okullari,yurtlari olmus. Topluma yön veren bu degnekçiler ekonomiyi tekellerine almislar. Çünkü toplum koltuk degnegine öylesine saygi duyarmis ki , onu yapana da ayni saygiyi duymaya zorunlu sayilirmis insanlar..
Durum böyle iken, alan razi, satan razi iken, bu ülkede Hüseyin diye bir adam dogmus ve büyümüs. Daha ufacik çocukken Hüseyin'e ailesi koltuk degneklerini vermis ve onlara sahip çikmasini , hayatta düzgün yürümesini,iyi ve dogru olmasini ögütlemis. Hüseyin'in ailesi de o vatanda yasayan milyonlarca kisi gibi dogru, dürüst ve namusluymus, koltuk degnekleriyle dümdüz, dimdik, dosdogru yürüyorlarmis. Hüseyin, bu ise diger milyonlarca insan gibi kafasini yormamis. "Madem ki töre, biz de kabul eder, koltuk degneklerimizi sever ve koruruz" demis. Daha sonra farketmis ki koltuk degneklerini sevmek, koltuk degnekçilerini, imalatçilari da sevmek anlaminageliyor. Bu zorunluluk Hüseyin'e saçma gelmis, ama yine de üzerinde uzun boylu düsünüp , kafa yormamis. Asirlardan beri kurulmus, tikir tikir isleyen bir düzen varmis ve bunu sorgulamak çok saçmaymis, vakit kaybiymis. Böylece Hüseyin gençligini doya doya yasamis, zamani gelince onu basgöz etmisler.
Karisi da dogal olarak koltuk degnekliymis. Çünkü koltuk degneksiz gezmek buülkede ayipmis, herkes koltuk degneksiz kisilerin düzgün yürüyemeyecegine,namuslu ve dürüst olamayacagina inaniyormus. Tüm bu inanislara ragmen oülkede namussuz insanlar da varmis ve Hüseyin'in anlayamadigi nokta:namussuzlarin da koltuk degnekleri varmis.
O zaman Hüseyin düsünmüs:
"Bizler düzgün olmak için koltuk degnekleri kullaniyoruz. Tüm hayatimizi bunlarla geçiriyoruz, pek çok davranistan vücudumuzu mahrum ediyoruz, hizli yürüyemiyoruz, koltuk degnekleri bizi kisitlasa bile katlaniyoruz. Ama namussuz, yalanci ve düzenbazlar da bizim gibi koltuk degnegi kullaniyorlar.
Bu nasil oluyor? Yoksa biz kendi kendimizi mi kandiriyoruz?" Demis kendi
kendine. Defalarca sormus:
"Yoksa biz kendi kendimizi mi kandiriyoruz?"
"Yoksa biz kendi kendimizi mi kandiriyoruz?"
"Yoksa biz kendi kendimizi mi kandiriyoruz?"
Tabii bunlar yakici fikirlermis. Insanin aklina bir defa girdiler mi çikmazlar, beynini kemirirlermis. Koltuk degnekçileri bu tür fikirleri hosgörmezlermis. "Koltuk degneksiz bir hayat" düsünmek, düslemek; suçlarin, hatalarin en büyügüymüs.
Gel zaman, git zaman, Hüseyin'in ilk çocugu dogmus. Çocuk 6 yasina gelince koltuk degnekçisi de kapiya dikilmis. "Bayim oglunuzun koltuk degnekleri yapilacak, törenle kendisine verilecek, tüm aile hatta sülale bir araya gelecek, yenilip içilecek." Demis. Ve bu isin ne kadara mal olacagini da bildirmis, gitmis. Hüseyin'in isleri çok iyi degilmis ve bu parayi harcamak ona zul gelmis. Oturup yine düsüncelere dalmis: ""Bu koltuk degnekçileri iyi para kazaniyor olmali, doguyoruz kapimizdalar, ölüyoruz yine kapimizdalar, yok törendi, yok töreydi, her toplumsal olaydan gelirleri var. Hem de bayagi iyi bir gelir." Koltukta oturdugu için , duvara dayadigi koltuk degneklerinebakmis. Uzun uzun bakmis. Aradan saatler geçmis, Hüseyin hala koltuk degneklerine bakmaktaymis. Ailesinden kendisine iletilen o büyük saygi ve sevgi yerini yavas yavas kuskuya birakiyormus. Ama Hüseyin orada oturup sessizce koltuk degneklerine bakarken, yasadigi bu degisimin henüz farkinda degilmis. O günden sonra sik sik odasina kapanip, koltuk degneklerini duvara dayayip, onlari süzer , inceler ve düsünür olmus.
Hüseyin bir seyin daha
farkina varmis:
"Koltuk degnekleri bizim düzgün yürümemizi sagliyorsa, nedenbazi koltuk degnekçileri veya yöneticiler arasindan ülkenin en namussuzinsanlari çikiyor? Koltuk degnegi aslinda masum, onu bize karsi kullananlar suçlu!"
Bu nasil oluyor? Yoksa biz kendi kendimizi mi kandiriyoruz?" Demis kendi
kendine. Defalarca sormus:
"Yoksa biz kendi kendimizi mi kandiriyoruz?"
"Yoksa biz kendi kendimizi mi kandiriyoruz?"
"Yoksa biz kendi kendimizi mi kandiriyoruz?"
Tabii bunlar yakici fikirlermis. Insanin aklina bir defa girdiler mi çikmazlar, beynini kemirirlermis. Koltuk degnekçileri bu tür fikirleri hosgörmezlermis. "Koltuk degneksiz bir hayat" düsünmek, düslemek; suçlarin, hatalarin en büyügüymüs.
Gel zaman, git zaman, Hüseyin'in ilk çocugu dogmus. Çocuk 6 yasina gelince koltuk degnekçisi de kapiya dikilmis. "Bayim oglunuzun koltuk degnekleri yapilacak, törenle kendisine verilecek, tüm aile hatta sülale bir araya gelecek, yenilip içilecek." Demis. Ve bu isin ne kadara mal olacagini da bildirmis, gitmis. Hüseyin'in isleri çok iyi degilmis ve bu parayi harcamak ona zul gelmis. Oturup yine düsüncelere dalmis: ""Bu koltuk degnekçileri iyi para kazaniyor olmali, doguyoruz kapimizdalar, ölüyoruz yine kapimizdalar, yok törendi, yok töreydi, her toplumsal olaydan gelirleri var. Hem de bayagi iyi bir gelir." Koltukta oturdugu için , duvara dayadigi koltuk degneklerinebakmis. Uzun uzun bakmis. Aradan saatler geçmis, Hüseyin hala koltuk degneklerine bakmaktaymis. Ailesinden kendisine iletilen o büyük saygi ve sevgi yerini yavas yavas kuskuya birakiyormus. Ama Hüseyin orada oturup sessizce koltuk degneklerine bakarken, yasadigi bu degisimin henüz farkinda degilmis. O günden sonra sik sik odasina kapanip, koltuk degneklerini duvara dayayip, onlari süzer , inceler ve düsünür olmus.
Hüseyin bir seyin daha
farkina varmis:
"Koltuk degnekleri bizim düzgün yürümemizi sagliyorsa, nedenbazi koltuk degnekçileri veya yöneticiler arasindan ülkenin en namussuzinsanlari çikiyor? Koltuk degnegi aslinda masum, onu bize karsi kullananlar suçlu!"
"Insan eli degmezse asirlar boyu , insanoglunun onu dayadigi duvardan bir milim bile kipirdayamayacak kadar aciz olan bu odun parçalarinin ne suçu olabilirdi ki? Suç onlari kendi adi planlarina alet eden insanlarda." Demis kendi kendine...Gel zaman , git zaman; vakit gelmis. Hüseyin'in oglu törenle koltuk degneklerini almis, minicik elleriyle degnekleri kavramaya çalisirken Hüseyin'in içi parçalanmis. Oysa kosup oynayan, düsse de kalkan ve dosdogru yolunda gidebilen bir çocukmus oglu. Artik kosamayacagi, aksak bir sekilde ve koltuk degnekleri izin verdigi ölçüde yürüyebilegi fikri yakiciymis, üzücüymüs. Çocugunun hareketlerini kisitlamak için üstelik avuç dolusu para gitmis. Tören 3 gün 3 gece sürmüs, 30 koyun kesilmis. Hepsini de Hüseyin yok caniyla ödemeye çalismis. Herkes eglenmis, olayi kutlamis, eglenmeyenler sadece Hüseyin ve ogluymus. Suçluluk duyan adamcagiz, oglunun hüzünlü gözlerine bakamiyormus. Töreydi, kanundu, düzendi...Karsi gelinemezmis. O günden sonra da Hüseyin odasina kapanip, koltuk degneklerini duvara dayayip düsünmeye devam etmis. Düsündükçe aklina yeni fikirler geliyormus. Öncelikle koltuk degneklerinin neden bu kadar pahali oldugunu düsünmüs. Aslinda daha ucuza mal edilebilirmis. Bu çok parlak bir fikirmis, çünkü koltuk degneklerinin yapildigi odunlar baska bir ülkeden getiriliyor, yerli agaç kullanilmiyormus. Bu da fiyati arttiriyormus, üstelik imalatçilar kendi kar paylarini ekleyince , fiyat iyiden iyiye artiyormus. Hüseyin, koltuk degneklerini, öz sermaye ile üretip ucuza getirmeyi düsünmüs önce. Sagda, solda, is yerinde ve dost ortamlarinda bu konuyu açmis insanlara. Sikça sormus:
"Agaç cenneti olan ülkemizin odunlarini kullanmak ve milli degneklerimiz yapmak varken neden baska bir ulustan bunlari alip, o ulusun servetine ve kültürüne katkida bulunuyoruz?"
"Herkes bahçesindeki agaci yontup kendine ve ailesine birer koltuk degnegi yapabilir, neden bu konudaimalatçilara muhtaciz? "
Hüseyin'in çevresinden hiç kimse bu sorulara cevap verememis. Fakat Hüseyin'in bu konusmalari koltuk degnekçilerinin kulagina gitmis ve onlari çok rahatsiz etmis. Hüseyin'i bir kenara çekip uyarmislar. "Milli agaçlardan yapilan degnekler düzgün yürümeyi saglayamiyor, mutlaka ithal olmali. Eski köye yeni adet getirme! Asirlardir böyle yapilmis ve böyle yapilacak, sen degistiremezsin, bu isten de çikarin olmadigina göre karisma, pismis asa su katma!Yoksa fena olur!" demisler. Hüseyin bu konusmalardan koltuk degnekçilerinin odunlari satin aldiklari o yabanci ülke ile çikar birliginde olduklarini anlamis. Bu karsi gelisinin kötü sonuçlar doguracagini, onu susturmak için ellerinden geleni yapacaklarini farketmis. Bunlar aslinda dogru, namuslu, dürüst insanlar degillermis, gözü dönmüs birer katilmis her biri ve yönetici-koltuk degnekçisi- odun ihracatçisi üçgeni arasinda toplumca sikisip kaldiklarini farketmis Hüseyin. "Bu üçgenin hiçbir kösesi, bu ülkedeki insanlarin dogru dürüst yürümesini umursamiyor, onlar,insanlarin koltuk degneklerine muhtaç olduklari fikrini kullanarak, bu fikri asilayarak bu sayede ceplerini doldurmak amacindalar" diye mirildanmis üzüntüyle. Gerçekle yüzlesmesi Hüseyin'i derinden etkilemis. Üstelik bu konularda fazla konustugu için toplumda yadirganmaya ve dislanmaya baslamis.
O günlerde, milliyetçi olduklarini söyleyen bir grup insan, Hüseyin'i çok sert elestirmis. "Halkimizin töresidir, halkimizin namusudur, karisma.Akilli ol!" demisler. Yani bu milliyetçiler "ithal odun" kökenli koltukdegneklerine karsi çikmak yerine , destek oluyor; ithal odunlu koltuk degneklerine harcanan milli geliri görmezden gelip, koltuk degnekçilerini içtenlikle savunuyorlarmis. Bu karisiklik, bu tezat, içinden çikilir gibi degilmis. "Böyle milliyetçilik olmaz! " diyerek susmus Hüseyin, bu yüzden topluma küsmüs ve içine kapanmis. "Harcayin paranizi , koltuk degnekçilerine, ithal odunlara, bana ne , para sizin, dürzüler " demis içinden. Soyutlamis kendini, koltuk degneklerini hiç düsünmemeye çalismis, sabahtan aksama dek bir kösede oturmus, degnekleri ellememek için.
Yürümemis, hareket etmemis.
Fakat töre de pesini birakmamis. Günlerden bir gün babasi ölmüs Hüseyin'in.Daha gözyasi kurumadan koltuk degnekçisi kapisina dikilmis alacakli gibi.Hüseyin artik koltuk degnekçilerinden hoslanmiyor, onlara sevgi ve saygi ileyaklasamiyormus. "Ne var ? " demis gelen degnekçiye.
Hüseyin'in çevresinden hiç kimse bu sorulara cevap verememis. Fakat Hüseyin'in bu konusmalari koltuk degnekçilerinin kulagina gitmis ve onlari çok rahatsiz etmis. Hüseyin'i bir kenara çekip uyarmislar. "Milli agaçlardan yapilan degnekler düzgün yürümeyi saglayamiyor, mutlaka ithal olmali. Eski köye yeni adet getirme! Asirlardir böyle yapilmis ve böyle yapilacak, sen degistiremezsin, bu isten de çikarin olmadigina göre karisma, pismis asa su katma!Yoksa fena olur!" demisler. Hüseyin bu konusmalardan koltuk degnekçilerinin odunlari satin aldiklari o yabanci ülke ile çikar birliginde olduklarini anlamis. Bu karsi gelisinin kötü sonuçlar doguracagini, onu susturmak için ellerinden geleni yapacaklarini farketmis. Bunlar aslinda dogru, namuslu, dürüst insanlar degillermis, gözü dönmüs birer katilmis her biri ve yönetici-koltuk degnekçisi- odun ihracatçisi üçgeni arasinda toplumca sikisip kaldiklarini farketmis Hüseyin. "Bu üçgenin hiçbir kösesi, bu ülkedeki insanlarin dogru dürüst yürümesini umursamiyor, onlar,insanlarin koltuk degneklerine muhtaç olduklari fikrini kullanarak, bu fikri asilayarak bu sayede ceplerini doldurmak amacindalar" diye mirildanmis üzüntüyle. Gerçekle yüzlesmesi Hüseyin'i derinden etkilemis. Üstelik bu konularda fazla konustugu için toplumda yadirganmaya ve dislanmaya baslamis.
O günlerde, milliyetçi olduklarini söyleyen bir grup insan, Hüseyin'i çok sert elestirmis. "Halkimizin töresidir, halkimizin namusudur, karisma.Akilli ol!" demisler. Yani bu milliyetçiler "ithal odun" kökenli koltukdegneklerine karsi çikmak yerine , destek oluyor; ithal odunlu koltuk degneklerine harcanan milli geliri görmezden gelip, koltuk degnekçilerini içtenlikle savunuyorlarmis. Bu karisiklik, bu tezat, içinden çikilir gibi degilmis. "Böyle milliyetçilik olmaz! " diyerek susmus Hüseyin, bu yüzden topluma küsmüs ve içine kapanmis. "Harcayin paranizi , koltuk degnekçilerine, ithal odunlara, bana ne , para sizin, dürzüler " demis içinden. Soyutlamis kendini, koltuk degneklerini hiç düsünmemeye çalismis, sabahtan aksama dek bir kösede oturmus, degnekleri ellememek için.
Yürümemis, hareket etmemis.
Fakat töre de pesini birakmamis. Günlerden bir gün babasi ölmüs Hüseyin'in.Daha gözyasi kurumadan koltuk degnekçisi kapisina dikilmis alacakli gibi.Hüseyin artik koltuk degnekçilerinden hoslanmiyor, onlara sevgi ve saygi ileyaklasamiyormus. "Ne var ? " demis gelen degnekçiye.
"Basiniz sagolsun babaniz ölmüs."
"Sagol ama sen ne istiyorsun?"
"Tören gereklidir, koltuk degnekleriyle birlikte gömülecek, topluma iyi bir koltuk degnekli oldugu ilan edilecek, onlarin rizalari alinacak ve tören helvasi yapilacak" demis degnekçi. Hüseyin içinden küfrederek içeri girmis ve kapisini kapamis. "Doguyoruz koltuk degnegi, ölüyoruz koltuk degnegi, bu ne be! Hem de ithal degnek... Bu sömürü düzeninin içine edeyim ben" demis yine içinden. Isyanini disari yansitamamis. Çünkü ayipmis, hataymis, büyük günahmis. Bu konulari elestirmek bile hakaret sayilirmis. Babasinin töreninde yüzü çamur gibiymis Hüseyin'in. Bakislari sadece koltuk degnekçisinde degil, orada toplanmis her insanin koltuk degnegindeymis.
Düsmanca, kinle bakiyormus.
O günden sonra yine düsünür olmus Hüseyin. Saatler boyu düsünmüs. En sonundakendisinin bile ummadigi, önceden planlamadigi bir hareket yapmis.Koltugunda yavasça dogrulmus. Odanin ortasinda iki ayagi üzerinde durmus.Yillardir koltuk degnegi ile yürüdügünden zayiflamis kaslari vücudunu tasimakta zorlanmis. Dizleri titremis. Yine de dogrulmus, ayakta dimdik durmus. Bu yaptigindan ötürü gururlu, bir o kadar da heyecanliymis. Sevinç doluymus. Gözleri bir baska türlü parliyor, adeta sevinç gözyaslariyladoluyormus. Hüseyin bu halde odasinin kapisina bir tekme atarak açmis, evin ortasinda dikilmis. Ailesi saskinlikla donup kalmislar onu görünce. Oglu önce saskinlik, sonra da gururlu bir gülümsemeyle bakmis babasina.
"Asirlardir bizi mecbur ettikleri koltuk degnekleri meger koskoca birermavalmis, onlara hiç ihtiyacimiz yokmus" diye bagirmis Hüseyin. Ailesi sevinçle alkislamislar. Onlar da koltuk degneklerini atmislar. Bir sevgi Yumagi olusturup evin içinde zip zip ziplamislar, sarki söyleyip dansetmisler. Mahallede ve giderek tüm köyde duyulmasi kisa sürmüs bu olayin.Halk arasinda kulaktan kulaga Hüseyin'in ve ailesinin yaptiklari anlatilir olmus. Bazilari inanmamis ; "Yok canim olur mu öyle sey " demis.
Bazilari da
"Helal olsun" demis.
"Sagol ama sen ne istiyorsun?"
"Tören gereklidir, koltuk degnekleriyle birlikte gömülecek, topluma iyi bir koltuk degnekli oldugu ilan edilecek, onlarin rizalari alinacak ve tören helvasi yapilacak" demis degnekçi. Hüseyin içinden küfrederek içeri girmis ve kapisini kapamis. "Doguyoruz koltuk degnegi, ölüyoruz koltuk degnegi, bu ne be! Hem de ithal degnek... Bu sömürü düzeninin içine edeyim ben" demis yine içinden. Isyanini disari yansitamamis. Çünkü ayipmis, hataymis, büyük günahmis. Bu konulari elestirmek bile hakaret sayilirmis. Babasinin töreninde yüzü çamur gibiymis Hüseyin'in. Bakislari sadece koltuk degnekçisinde degil, orada toplanmis her insanin koltuk degnegindeymis.
Düsmanca, kinle bakiyormus.
O günden sonra yine düsünür olmus Hüseyin. Saatler boyu düsünmüs. En sonundakendisinin bile ummadigi, önceden planlamadigi bir hareket yapmis.Koltugunda yavasça dogrulmus. Odanin ortasinda iki ayagi üzerinde durmus.Yillardir koltuk degnegi ile yürüdügünden zayiflamis kaslari vücudunu tasimakta zorlanmis. Dizleri titremis. Yine de dogrulmus, ayakta dimdik durmus. Bu yaptigindan ötürü gururlu, bir o kadar da heyecanliymis. Sevinç doluymus. Gözleri bir baska türlü parliyor, adeta sevinç gözyaslariyladoluyormus. Hüseyin bu halde odasinin kapisina bir tekme atarak açmis, evin ortasinda dikilmis. Ailesi saskinlikla donup kalmislar onu görünce. Oglu önce saskinlik, sonra da gururlu bir gülümsemeyle bakmis babasina.
"Asirlardir bizi mecbur ettikleri koltuk degnekleri meger koskoca birermavalmis, onlara hiç ihtiyacimiz yokmus" diye bagirmis Hüseyin. Ailesi sevinçle alkislamislar. Onlar da koltuk degneklerini atmislar. Bir sevgi Yumagi olusturup evin içinde zip zip ziplamislar, sarki söyleyip dansetmisler. Mahallede ve giderek tüm köyde duyulmasi kisa sürmüs bu olayin.Halk arasinda kulaktan kulaga Hüseyin'in ve ailesinin yaptiklari anlatilir olmus. Bazilari inanmamis ; "Yok canim olur mu öyle sey " demis.
Bazilari da
"Helal olsun" demis.
En sonunda tüm köy halki meydanda toplanip Hüseyin'inbir konusma yapmasini istemisler. Herkes merak ve heyecanli bir bekleyisiçindeymis. Öyle ya , koltuk degneksiz bir insan dosdogru yürüyemez, dimdikduramazmis. Ama Hüseyin farkliymis, nasil becerdiyse koltuk degneklerine ihtiyaç duymuyormus. Hemserilerinin karsisina yürüyerek gelmis ve önlerindedimdik durmus. Onlara hitaben söyle demis:
"Sizler beni çocuklugumdan beri tanirsiniz, iyi ve dogru bir insanim. Bir gün bu degerlerimi koltuk degneklerine degil kendi öz benligime borçlu oldugumu düsündüm. Koltuk degneklerini attim. Dosdogru yürüyebilecegime inandim, düzgün yürümemi bu degnekler saglamiyordu, ben zaten düzgün yürüyebiliyordum. Insanlarin kafalarindaki dogrulugu saglamadikça görsel nesnelerin, sembollerin hiçbir yarari yoktur. Özgür düsüncemize eger inanir ve istersek bizlere gerekli olan dogru yolu çizecektir." demis, ve
"Iyi insan olabilmek için , iffetli ve dürüst olabilmek için bunlara ihtiyacimiz yok." diyerek koltuk degneklerini köyün ortasinda yakmis. Halk arasinda bir ugultu yükselmis. Her kafadan bir ses çikiyormus. Hüseyin'i ilk alkislayanlar köyün gençleri olmus. Cosku içinde köyün içinde dans etmisler, hepsi de koltuk degneklerini atmis. Ama yaslilardan bazilari cesaret edememis. Bulanik gözlerle çevreye bakinmislar, bu yenilige uyum saglayamamislar. "Gereksiz bile olsa biz koltuk degneklerimize bagliyiz, asla onlarsiz bir hayat düsünemeyiz. Onlar olmadan bosluga düseriz" demisler.
Köy meydaninda yanan bir çift koltuk degneginin dumani süzüle süzüle koltuk degnekçilerinin burnuna gelmis. Bu onlar için bir felaketmis, onlarin sonu demekmis. Koltuk degnegi yoksa koltuk degnekçisinin de olmayacagini çok iyi biliyorlarmis. Aralarinda toplanti yapmislar. Odunlarin ithal edildigi diger ülkeye de haber uçurup yardim istemisler. Hüseyin o günden sonra vatanini turlamaya, köylere gidip konusmalar yapmaya baslamis. Her gittigi yerden ayrilirken ardinda koltuk degneklerini bir kenara atip danseden insanlar birakiyormus. Cosku tüm ülkeye hizla yayiliyormus. Insanlar Hüseyin'i kahraman ilan etmisler. Onun adina "reformist" demisler. Hüseyin'in karsi cevabi söyle olmus: "Ben koltuk egneklerini reforme etmedim, insanlarin kafalarina konmus tabulari yiktim, düsünmelerini sagladim , sonunda herkes kendi reformunu yapti. Bir toplumu degistirmek için tek bir tane reformist yetmez, her bireyin kendi çapinda birer reformist haline gelecegi mantik silsilesini yaratmak gerekir." demis.
Aslinda gerçek devrim koltuk degneklerini atmakla gerçeklesmis. Bunu da Hüseyin, önce kendisini reforme ederek saglamis. Hüseyin böylesine mutlu ve heyecanli ülke turlari atarken, koltuk degnekçileri onun hakkindaki kararlarini vermisler: "Öldürelim!" Yöneticiler onaylamis: "Öldürelim!" Dis ülke, yani odun ihracatçisi onaylamis : "Hemen adam gönderelim, siz elinizi bulastirmayin, biz öldürürüz!" Ve bir gün Hüseyin'i evinden çikarken öldürmüsler. Kötü haber çabuk yayilmis.Onun öldügüne insanlar inanmak istememis. Bir umutmus Hüseyin, bir coskuymus, bir mutlulukmus. Hüseyin'in ölümüne en çok gençler aglamis.
Alkislayanlar simdi suskunmus, baslari öne egikmis. Yurt genelinde yas ilan edilmis. Sessizlik hakimmis ülkede simdi. Sarkilar susmus, danslar bitmis. Yöneticiler çikip olayi siddetle kinamislar. "Böyle özgür fikirli insanlarin katledilmesi ülkeyi geriye götürür, terörü kiniyoruz. Serefimiz üzerine söz veririz ki katilleri yakalayacagiz. " demisler.
Ama ölen ölmüs, giden gitmis. Ates düstügü yeri yakmis. Hüseyin'in ailesinin boynu bükük kalmis. Hüseyin'e koltuk degnekli bir tören yapilmamis öldükten sonra. Ama ülkenin dört bir yanindan insanlar akin etmis köyüne. Onbinlerce kisi gelmis. Koltuk degnekleriyle gelmisler. Agir aksak ve bitkin yürümüsler. Hepsi agliyormus. Mumlar yakmislar. "Yigidim aslanim burda yatiyor" gibi içli türküler söylemisler. Agitlar yakmislar. Konusmalar yapilmis Hüseyin'in ardindan : "Ey gözü dönmüs katil, sunu bil ki biz bir ölür bin dogariz" denmis. Sonra onbinler yine koltuk degneklerine yaslanarak agir aksak ve bitkin; geldikleri yerlere dönmüsler. Hüseyin'in mezari basinda sadece oglu kalmis. Oglu oturup uzaklarabakiyormus.
Gözlerinde biriken gözyaslari hüznünü, isyanini yansitan mum alevi gibi titriyor ama; bir kagit parçasini burusturan yumrugu ve kenetlenmis disleri izin vermedigi için bir türlü akmiyormus. Sonunda ayagakalkmis; elindeki kagidi yere atarak uzaklara yürümüs.
Gidecegim buralardan
Gözyasim bu topraga akmayacak
Onlara tutkun degilim artik..
Koltuk degneklerimi yakin ardimdan.........!
"Sizler beni çocuklugumdan beri tanirsiniz, iyi ve dogru bir insanim. Bir gün bu degerlerimi koltuk degneklerine degil kendi öz benligime borçlu oldugumu düsündüm. Koltuk degneklerini attim. Dosdogru yürüyebilecegime inandim, düzgün yürümemi bu degnekler saglamiyordu, ben zaten düzgün yürüyebiliyordum. Insanlarin kafalarindaki dogrulugu saglamadikça görsel nesnelerin, sembollerin hiçbir yarari yoktur. Özgür düsüncemize eger inanir ve istersek bizlere gerekli olan dogru yolu çizecektir." demis, ve
"Iyi insan olabilmek için , iffetli ve dürüst olabilmek için bunlara ihtiyacimiz yok." diyerek koltuk degneklerini köyün ortasinda yakmis. Halk arasinda bir ugultu yükselmis. Her kafadan bir ses çikiyormus. Hüseyin'i ilk alkislayanlar köyün gençleri olmus. Cosku içinde köyün içinde dans etmisler, hepsi de koltuk degneklerini atmis. Ama yaslilardan bazilari cesaret edememis. Bulanik gözlerle çevreye bakinmislar, bu yenilige uyum saglayamamislar. "Gereksiz bile olsa biz koltuk degneklerimize bagliyiz, asla onlarsiz bir hayat düsünemeyiz. Onlar olmadan bosluga düseriz" demisler.
Köy meydaninda yanan bir çift koltuk degneginin dumani süzüle süzüle koltuk degnekçilerinin burnuna gelmis. Bu onlar için bir felaketmis, onlarin sonu demekmis. Koltuk degnegi yoksa koltuk degnekçisinin de olmayacagini çok iyi biliyorlarmis. Aralarinda toplanti yapmislar. Odunlarin ithal edildigi diger ülkeye de haber uçurup yardim istemisler. Hüseyin o günden sonra vatanini turlamaya, köylere gidip konusmalar yapmaya baslamis. Her gittigi yerden ayrilirken ardinda koltuk degneklerini bir kenara atip danseden insanlar birakiyormus. Cosku tüm ülkeye hizla yayiliyormus. Insanlar Hüseyin'i kahraman ilan etmisler. Onun adina "reformist" demisler. Hüseyin'in karsi cevabi söyle olmus: "Ben koltuk egneklerini reforme etmedim, insanlarin kafalarina konmus tabulari yiktim, düsünmelerini sagladim , sonunda herkes kendi reformunu yapti. Bir toplumu degistirmek için tek bir tane reformist yetmez, her bireyin kendi çapinda birer reformist haline gelecegi mantik silsilesini yaratmak gerekir." demis.
Aslinda gerçek devrim koltuk degneklerini atmakla gerçeklesmis. Bunu da Hüseyin, önce kendisini reforme ederek saglamis. Hüseyin böylesine mutlu ve heyecanli ülke turlari atarken, koltuk degnekçileri onun hakkindaki kararlarini vermisler: "Öldürelim!" Yöneticiler onaylamis: "Öldürelim!" Dis ülke, yani odun ihracatçisi onaylamis : "Hemen adam gönderelim, siz elinizi bulastirmayin, biz öldürürüz!" Ve bir gün Hüseyin'i evinden çikarken öldürmüsler. Kötü haber çabuk yayilmis.Onun öldügüne insanlar inanmak istememis. Bir umutmus Hüseyin, bir coskuymus, bir mutlulukmus. Hüseyin'in ölümüne en çok gençler aglamis.
Alkislayanlar simdi suskunmus, baslari öne egikmis. Yurt genelinde yas ilan edilmis. Sessizlik hakimmis ülkede simdi. Sarkilar susmus, danslar bitmis. Yöneticiler çikip olayi siddetle kinamislar. "Böyle özgür fikirli insanlarin katledilmesi ülkeyi geriye götürür, terörü kiniyoruz. Serefimiz üzerine söz veririz ki katilleri yakalayacagiz. " demisler.
Ama ölen ölmüs, giden gitmis. Ates düstügü yeri yakmis. Hüseyin'in ailesinin boynu bükük kalmis. Hüseyin'e koltuk degnekli bir tören yapilmamis öldükten sonra. Ama ülkenin dört bir yanindan insanlar akin etmis köyüne. Onbinlerce kisi gelmis. Koltuk degnekleriyle gelmisler. Agir aksak ve bitkin yürümüsler. Hepsi agliyormus. Mumlar yakmislar. "Yigidim aslanim burda yatiyor" gibi içli türküler söylemisler. Agitlar yakmislar. Konusmalar yapilmis Hüseyin'in ardindan : "Ey gözü dönmüs katil, sunu bil ki biz bir ölür bin dogariz" denmis. Sonra onbinler yine koltuk degneklerine yaslanarak agir aksak ve bitkin; geldikleri yerlere dönmüsler. Hüseyin'in mezari basinda sadece oglu kalmis. Oglu oturup uzaklarabakiyormus.
Gözlerinde biriken gözyaslari hüznünü, isyanini yansitan mum alevi gibi titriyor ama; bir kagit parçasini burusturan yumrugu ve kenetlenmis disleri izin vermedigi için bir türlü akmiyormus. Sonunda ayagakalkmis; elindeki kagidi yere atarak uzaklara yürümüs.
Gidecegim buralardan
Gözyasim bu topraga akmayacak
Onlara tutkun degilim artik..
Koltuk degneklerimi yakin ardimdan.........!
KURAN'DAN ALINMA BAZI İLMİ KONULAR
Allah Yeri, gögü ve ikisi arasındakileri 6 günde yaratmış ve yorulmamıştır. Arşa egemenlik kurmuştur. (Kaf-38, Araf-54, Furkan-59, Yunus-3, Hud-7, Ahkaf-3, Secde-4, Hadid-4)
Arşı su üzerindedir. (Hud-7)
Arşı taşıyan ve çevresinde tespih eden melekler vardır. (Zümer-75. Mümin-7)
Melekler 8 adettir. (Hakka-17)
Melekler iki, üç ve dört kanatlıdır. (Fatır-1)
Gök boşluğunda kuşlar vardır. (Nahl-79)
Yeri 2 günde, dağları ve azıkları 4 günde ve son 2 günde 7 göğü yaratmıştır. (Fussilet-9,10,11,12)
Önce yeri sonra göğü yaratmıştır. (Fussilet-12, Bakara-29)
Gökler 7 kattır. (İsra-44, Fussilet-12, Nebe-12, Nuh-15, Mülk-3)
Gökleri direksiz olarak yükseltmiş ve yerin üstüne düşmemesi için tutmaktadır. (Lokman-10, Naziat-28, Gasiye-18, Rad-2, Rum-25, Hac-65)
Yakın göğü kandillerle süslemiş ve karanlıkta yol bulunabilsin diye yıldızları koymuştur. (Enam-97, Fussilet-12, Mülk-5, Saffat-6)
Yedi göğe Ay'ı nur, Güneşi kandil yapmıştır. (Nuh-16, Nebe-13)
Yeryüzünü uzatıp yaymış, beşik, yaygı, yapmış ve sarsılıp çalkalanmasın diye üzerine denge dağları dikmiştir. (Nahl-15, Kaf-6,7, Hicr-19, Lokman-10, Fussilet-10, Zariyat-48, Gasiye-19,20, Nuh-19, Enbiya-31, Nebe-6,7, Naziat-30,32, Rad-3, Bakara-22)
Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre allah katında 4'ü haram, toplam 12 Ay vardır. (Tevbe-36)
İlk insanı yaratmadan önce Melekler, Cinler ve Şeytan vardır. (Bakara-30,37, Sad-71)
Meleklere 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım demiştir. (Sad-71, Hicr-28)
İnsani kuru çamur, balçık (Hicr-26, Rahman-14, Enam-2),
Çamur (Sad-71, Secde-7),
Yapışkan çamur. (Saffat-11)
Topraktan oluşan özden (Müminun-12, Rum-20) yaratarak ruhundan üflemiştir. (Hicr-29)
İnsanı spermden (Nahl-4, Yasin-77), aceleden (Enbiya-37), yaratıp, her canlı şeyi sudan oluşturmuştur. (Enbiya-30)
Kimi karnı üstünde, kimi İKİ AYAK, kimi dört ayak üstündedir. (Nur-45)
Ve İnsan'dan eşini vücuda getirmiştir. (Nisa-1, Zümer-6)
İnsanlar ve cinlerden bir çoğunu cehennem için yaratmıştır. (Araf-179, Hud-119, Secde-13)
Bu cinler aynen insan gibi kadınlarla cinsel ilişki kurabilmektedir ve ateşten yaratılmıştır. (Rahman-56, Hicr-27)
Bazı insanlar da maymun'a çevrilmiştir. (Bakara-65, Araf-166)
İsa da Adem gibi topraktan yaratılmıştır. (Ali İmran-59)
Allah insan için, hayvanlardan 8 eş (Zümer-6), 2 koyun, 2 keçi, 2 sığır, 2 deve olmak üzere (Enam-143,144) ve binek için at katır(?), eşek (Nahl-8) olarak hayvanları da yaratmıştır. (Nahl-5)
Yeryüzünde üzüm, hurma, asma, zeytin, nar, ekin meydana getirmistir. (Nahl-11, Nahl-67, Rad-4, Enam-99)
Nice nesilleri helak edip başka nesiller yaratmış (Enam-6), Nuh'dan sonra da bir çok nesli helak etmiştir. (İsra-17)
Bir şey yaratmak istediği zaman 'ol' demekte ve olmaktadır. (Yasin-82, Nahl-40)
Arşı su üzerindedir. (Hud-7)
Arşı taşıyan ve çevresinde tespih eden melekler vardır. (Zümer-75. Mümin-7)
Melekler 8 adettir. (Hakka-17)
Melekler iki, üç ve dört kanatlıdır. (Fatır-1)
Gök boşluğunda kuşlar vardır. (Nahl-79)
Yeri 2 günde, dağları ve azıkları 4 günde ve son 2 günde 7 göğü yaratmıştır. (Fussilet-9,10,11,12)
Önce yeri sonra göğü yaratmıştır. (Fussilet-12, Bakara-29)
Gökler 7 kattır. (İsra-44, Fussilet-12, Nebe-12, Nuh-15, Mülk-3)
Gökleri direksiz olarak yükseltmiş ve yerin üstüne düşmemesi için tutmaktadır. (Lokman-10, Naziat-28, Gasiye-18, Rad-2, Rum-25, Hac-65)
Yakın göğü kandillerle süslemiş ve karanlıkta yol bulunabilsin diye yıldızları koymuştur. (Enam-97, Fussilet-12, Mülk-5, Saffat-6)
Yedi göğe Ay'ı nur, Güneşi kandil yapmıştır. (Nuh-16, Nebe-13)
Yeryüzünü uzatıp yaymış, beşik, yaygı, yapmış ve sarsılıp çalkalanmasın diye üzerine denge dağları dikmiştir. (Nahl-15, Kaf-6,7, Hicr-19, Lokman-10, Fussilet-10, Zariyat-48, Gasiye-19,20, Nuh-19, Enbiya-31, Nebe-6,7, Naziat-30,32, Rad-3, Bakara-22)
Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre allah katında 4'ü haram, toplam 12 Ay vardır. (Tevbe-36)
İlk insanı yaratmadan önce Melekler, Cinler ve Şeytan vardır. (Bakara-30,37, Sad-71)
Meleklere 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım demiştir. (Sad-71, Hicr-28)
İnsani kuru çamur, balçık (Hicr-26, Rahman-14, Enam-2),
Çamur (Sad-71, Secde-7),
Yapışkan çamur. (Saffat-11)
Topraktan oluşan özden (Müminun-12, Rum-20) yaratarak ruhundan üflemiştir. (Hicr-29)
İnsanı spermden (Nahl-4, Yasin-77), aceleden (Enbiya-37), yaratıp, her canlı şeyi sudan oluşturmuştur. (Enbiya-30)
Kimi karnı üstünde, kimi İKİ AYAK, kimi dört ayak üstündedir. (Nur-45)
Ve İnsan'dan eşini vücuda getirmiştir. (Nisa-1, Zümer-6)
İnsanlar ve cinlerden bir çoğunu cehennem için yaratmıştır. (Araf-179, Hud-119, Secde-13)
Bu cinler aynen insan gibi kadınlarla cinsel ilişki kurabilmektedir ve ateşten yaratılmıştır. (Rahman-56, Hicr-27)
Bazı insanlar da maymun'a çevrilmiştir. (Bakara-65, Araf-166)
İsa da Adem gibi topraktan yaratılmıştır. (Ali İmran-59)
Allah insan için, hayvanlardan 8 eş (Zümer-6), 2 koyun, 2 keçi, 2 sığır, 2 deve olmak üzere (Enam-143,144) ve binek için at katır(?), eşek (Nahl-8) olarak hayvanları da yaratmıştır. (Nahl-5)
Yeryüzünde üzüm, hurma, asma, zeytin, nar, ekin meydana getirmistir. (Nahl-11, Nahl-67, Rad-4, Enam-99)
Nice nesilleri helak edip başka nesiller yaratmış (Enam-6), Nuh'dan sonra da bir çok nesli helak etmiştir. (İsra-17)
Bir şey yaratmak istediği zaman 'ol' demekte ve olmaktadır. (Yasin-82, Nahl-40)
Nuh Tufanı
Nuh hikayesi Kuran’da Hud-25 ile Hud-50 arası, Muminun-22 ile Muminun-30 arası ve Yunus-71-72-73-74 de geçer. (Gerçi başka yerlerde de sıkça söz edilir, ama bu surelerde daha geniş bir şekilde aynı hikaye tekrarlanır.)
Muminun-27 ’Bunun üzerine biz Nuh’a şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde ve vahyimize uygun olarak gemiyi yap. Emrimiz gelip tandır kaynayınca, ailenle birlikte her türden iki çifti gemiye al. İçlerinde haklarında daha önce hüküm verilmiş olanları dışta bırak. Zulmetmiş olanlar hakkında bana yakarıp durma. Onlar kesinlikle boğulacaklardır.’
Muminun-27 ’Bunun üzerine biz Nuh’a şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde ve vahyimize uygun olarak gemiyi yap. Emrimiz gelip tandır kaynayınca, ailenle birlikte her türden iki çifti gemiye al. İçlerinde haklarında daha önce hüküm verilmiş olanları dışta bırak. Zulmetmiş olanlar hakkında bana yakarıp durma. Onlar kesinlikle boğulacaklardır.’
Bu Ayet’in hemen hemen aynısı olan Hud-40’da da aynı hükümler vardır. Örneğin ’tandır kaynaması’ nedir? Hiç bir bilgi yok. Tevrat’da aramak gerekiyor. Hud-42 ve Hud-43 de Nuh’un oğlunun gemiye binmedigini ve sularda boğuldugunu öğreniyoruz. Bunun açıklaması yapılmıyor ama Hud-46 da Allah’ın Nuh’un oğlunu bilerek öldürdüğünü anlıyoruz ve yine aynı Ayet’de Allah Nuh’a ’bilmediğin şeyler hususunda benden bir şey isteme’ diye kızamaktadır. Muminun-27 de haklarında önceden hüküm verilmiş olan kişiler söylemiyle, Nuh’un oğlundan basedildiği anlaşılmaktadır.
Bu bayıltıcı hikayeye Nuh’un yaşı ile ilgili Ayet’i de ekleyip noktalayalım;
Ankebut-14 ’Andolsun biz Nuh’u toplumuna gönderdik de o onların arasında bin yıldan elli yıl eksik kaldı. Sonunda onları tufan yakaladi. Çünkü zalimlerdi onlar.’
Bir çok kişi Ankebut-24’e bakarak Nuh’un yaşını 950 olarak hesaplar. Yine bu Ayet’e bakarak bunun doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Tufan’a kadar, beraber oldugu toplumla 950 yıl geçirmiş, 950 yıldan sonra tufan ve Agrı dağında geminin karaya oturmasından sonra geçen yıllar.
Kısacası, herkesin az cok bildiği bu hikayeye göre Nuh, tüm canlıların boğulacağı bir tufan öncesinde tanrıdan bir gemi yapma ve kendi yakınlarını ve tüm canlılardan birer çifti gemisine alıp kurtarma görevi alır. Böylece tufan sona erdikten sonra canlılığın devamı sağlanacaktır. Ayrıntıları çok net olmayan bu hikayenin net olan kısmı bu kadarı ve de sonucun başarılı olduğu, geminin tufandan sonra Ağrı dağının (veya belki baska bir dağın) eteklerinde karaya vurduğu ve böylece görevin başarıyla sonuçlandırıldığıdır. Şimdi bu hikayeyi, bir de modern bilimin çerçevesinden inceleyelim:
1) Bilim adamlarının yaptığı hesaba göre tüm dünya yüzeyini kaplaycak miktarda su yeryüzünde bulunmamaktadır. Kutuplardaki tüm buzlar erise ve atmosfer ve bulutlardaki tüm su yoğunlaşıp yeryüzüne dökülse bile, böyle bir facianın gerektirdiği miktarda suya yaklaşılamamaktadır. Peki bunca su nereden gelmiş ve nereye gitmiştir?
2) Bilindiği gibi pek çok canlı türü yalnızca kendi doğal habitatında yaşayabilir. O zaman, Tazmanya’da, Galapagos’larda, Antarktika sahillerinde, Patagonya’da Güneybatı Amerika sahilinde yaşayan türler 1) Gemiye nasıl getirilmiş, 2) Gemide nasıl yaşatılmıştır?
3) Sadece insanlarda görülen bazı hastalıkları (örneğin "gonorea") Nuh’un gemisine kim taşımıştır? (Hatta daha öncesinde, bu hastalıları zamanında Allah Adem ve Havva’ya vermiş olmalıdır ki, bu hastalıklar bu zamana dek gelebilsin). Ayrıca Allah ve Nuh böyle hastalıkların etkenlerini niye kurtarmak ihtiyacı hissetmişlerdir?
4) Tenyalar ve diğer parazitler Nuh’un gemisine nasıl taşınmıştır?
5) Simbiotik (yaşamak icin birbirine ihtiyaç duyan) canlılar ve parazitler tufandan hemen sonra yaşamlarini nasıl sürdürdüler?
6) Canlı türlerine ait genetik varyasyonlar, tufandan sonra yalnızca birer çift halinde bulunan canlılardan nasıl meydana gelmiştir? (Bu soruya vereceğiniz cevap, tutarlı olmak istiyorsaniz evrime inanmanınızı zorunlu kılar).
7) Nuh’un gemisinin büyüklüğü ve yapısı nasıldır?
8) 2.5 milyon canlı türü bu gemiye nasıl taşınmış, gemi içinde nasıl barındırılmış ve nasıl beslenmiştir?
9) Yalnızca başka bir canlı türüyle baslenen canlılar (Örneğin kaolalar yalnızca belli bir tür ağacın yaprağıyla beslenir) tufan sırasında ve tufandan sonra nasıl hayatta kalmıştır?
10) Pek çok canlı türü, örneğin meyve sinekleri, çok kısa ömre sahiptir. Bunlar tüm tufan dönemini nasıl atlatmıştır?
11) Asekseul üreyen canlılar (yani üremek için karşı cinse ihtiyacı olmayan canlılar)’dan nasıl birer çift alılanbilmiştir? (Tüm canlılardan birer çift alındığına göre).
12) "Parthenogenic" (yalnızca dişi) ve "Hermafrodit" (iki cinsiyet de tek canlıda) canlılardan birer çift nasıl alınmıştır?
13) Eğer tufan 6500 yıl önce olduysa, o sıralarda mevcut olan Mısır uygarlığı o piramitleri nasıl dikebilmiştir?
14) Sadece özel bir coğrafyada yaşayan (örneğin güney amerika’da amazon ormanlarında, ya da kuzey kutbunda) bir canlı türü, tufan bittikten sonra yasadığı yere nasıl gitmiştir?
15) Dinozorlar Nuh’un gemisine alınmış mıdır? (Verecekleri her cevap başka açıdan çelişkiye düşürür teistleri).
16) Mikroorganizmalar gemiye alınmış mıdır? Alınmamışlarsa nasıl?
17) Bitki türleri gemiye alınmış mıdır? Alındılarsa dünya üzerindeki tüm bitki türleri gemiye nasıl sığdırılmıştır? Alınmadılarsa, tufan sırasında bitkiler nasıl canlı kalmıştır? Eğer kalmadılarsa, sadece bitkilerle beslenen canlılar tufandan sonra nasıl hayatlarını sürdürebilmişlerdir?
Daha düşünülürse bu liste uzatılabilir. Ama herhalde gerek yok.
19 Şubat 2007
Zaman Gazetesinin Yalan Haberi
http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=432280
Bilim adamlarından evrime büyük darbe
Almanya'da yapılan bir araştırma, insan ile maymun arasındaki farkın evrim teorisi ile açıklanamayacağını gösterdi.
Time dergisinde yayınlanan habere göre, Max Planck Enstitüsü uzmanları, insanlar ile maymunlarda bulunan benzer genlerin bile çok önemli farklılıklar taşıdığını tespit etti. Time dergisinin bu hafta kapağına taşıdığı ve geniş yer ayırdığı bu araştırmaya göre, insanda ve maymunda FOXP2 isimli bir gen bulunuyor. Gen aynı olmasına rağmen aminoasit diziliminin farklı olması insanların konuşma yeteneğini geliştirmesini sağlıyor. Uzmanlar bu küçük farkın evrim teorisi ile açıklanamayacağı görüşünde birleşiyor. Haberin devamında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki dini grupların açıklamalarına yer veriliyor. Bilim adamlarının evrim teorisinin genlerle ispatlanamayacağı görüşüne sahip çıkan gruplar, "Bu gelişme insanların maymunlardan farklı olduğunu ve evrim sürecinde gelişmediğini gösterdi. Dünyayı yaratan Zat'ın insanları farklı tasarladığını kanıtladı." diyor.
Evet bu haber zaman gazetesinde çıkan haber (ve tamamen düzmece)
Şimdi Time dergisinde yayımlanan haberin orjinaline ve tercümesine bakalım
http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,1541283,00.html
Bilim adamlarından evrime büyük darbe
Almanya'da yapılan bir araştırma, insan ile maymun arasındaki farkın evrim teorisi ile açıklanamayacağını gösterdi.
Time dergisinde yayınlanan habere göre, Max Planck Enstitüsü uzmanları, insanlar ile maymunlarda bulunan benzer genlerin bile çok önemli farklılıklar taşıdığını tespit etti. Time dergisinin bu hafta kapağına taşıdığı ve geniş yer ayırdığı bu araştırmaya göre, insanda ve maymunda FOXP2 isimli bir gen bulunuyor. Gen aynı olmasına rağmen aminoasit diziliminin farklı olması insanların konuşma yeteneğini geliştirmesini sağlıyor. Uzmanlar bu küçük farkın evrim teorisi ile açıklanamayacağı görüşünde birleşiyor. Haberin devamında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki dini grupların açıklamalarına yer veriliyor. Bilim adamlarının evrim teorisinin genlerle ispatlanamayacağı görüşüne sahip çıkan gruplar, "Bu gelişme insanların maymunlardan farklı olduğunu ve evrim sürecinde gelişmediğini gösterdi. Dünyayı yaratan Zat'ın insanları farklı tasarladığını kanıtladı." diyor.
Evet bu haber zaman gazetesinde çıkan haber (ve tamamen düzmece)
Şimdi Time dergisinde yayımlanan haberin orjinaline ve tercümesine bakalım
http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,1541283,00.html
Bizi farklı yapan nedir?
DNA'ya baktığınızda çok fazla şey değil. Ama bu küçük değişiklikler dünyadaki tüm farklılığın sebebidir.
Büyük maymunların- goriller, şempanzeler, bonobolar, orangutanların- bize ne kadar benzediklerini görmek için bir biyolog ya da atropolog olmanıza gerek yoktur. Bir çocuk bile, fazladan vücut kılları gibi bazı abartılı farklılıkların dışında, vücutlarının bizimkilere oldukça benzediğini görebilir. Maymunların da, bizimkiler gibi, diğer yaratıklarınkine benzemeyen çevik elleri vardır. En vurucu olanı da, yüzlerinin esrarengiz bir şekilde anlamlı olmasıdır ve oldukça tanıdık bir duygu yelpazesi gösterirler. Bu yüzden şempanzeleri smokin ceketler içinde, davul çalarken veya bisiklet sürerken görmek bizi hoşnut eder. Göbekli bir gorilin kendini kaşıması bu yüzden bize Ralph Amca'yı ya da Kuzen Vinnie'yi hatırlatır- hatta Kraliçe Victoria, Londra Hayvanat Bahçesi'nde Jenny isimli bir maymunu gördükten sonra, tedirgin olarak; "korkunç, acı verici ve kesinlikle insan" demiştir.Bu sadece yüzeysel bir benzerlik değildir. Özellikle şempanzeler, sadece bizim gibi görünmekle kalmazlar, aynı zamanda bizlerle insancıl bazı davranışları da paylaşırlar. Bazı aletler yapar, kullanır ve bu yeteneklerini yeni nesillere aktarırlar. Başka hayvanları avlar ve bazen birbirlerini öldürürler. Karmaşık sosyal sınıflandırma sistemleri vardır, ki bunu bazı antropologlar "kült" olarak tanımlar. Kelime oluşturamazlar ama işaret dili ve sembollerle iletişim kurmayı öğrenebilir ve karmaşık kavramsal görevler yapabilirler. Bilimadamları onlarca yıl önce şempanzelerin bizim en yakın evrimsel kuzenlerimiz olduklarını, kabaca %98-99 oranında genetik benzerlik bulundurduklarını buldu. İş DNA'ya geldiğinde, bir insan şempanzeye, farenin sıçana olduğundan daha yakındır.Lakin, genomdaki ufak farklılıklar bütün farkın sebebidir. Bizi şempanzelerden farklı yapan tüm başarılar -tarım, dil, sanat, müzik, teknoloji, felsefe veya bir şempanzenin iş takımları içinde çok saçma gözükmesi- bir şekilde genetik kodumuzun küçük bir bölümünde kodlanmıştır. Bugün kimse tam olarak hangi bölümlerde olduklarını ya da nasıl çalıştıklarını bilmiyor, ama hücrelerimizdeki nükleonlarda bol miktarda aminoasit vardır, belirli bir sıra ile düzenlenmişlerdir, ve bize soyağacındaki en yakın kuzenlerimizden daha akıllı olmamızı sağlamaktadırlar. Bize yazma, okuma ve konuşma yeteneklerini, senfoni yazmamızı, başyapıtlar çizmemizi, ve bizi biz yapan moleküler biyoloji araştırma yeteneğini bağışlarlar.Şu ana kadar bu önemli farkları çözmemizin bir yolu yoktu. Bize tam olarak neyin karmaşık beyin, dik yürümek gibi avantajları kazandırdığı, neyin bazı hastalıklara karşı dirençsiz olmak gibi dezavantajları getirdiği sır olarak kalmıştı.Ama bu sürekli olarak değişmekte. Daha bir sene önce, genetik uzmanları şempanzelerin genomunu kabaca sıralayabildiklerini açıkladılar, ki bu da ilk şempanze-insan genomu karşılaştırmalarını mümkün kıldı. Şimdiden, bu araştırma insan beyninin son birkaç milyon yıldaki gelişmesi ve muhtemelen atalarımızın bazı davranışlarının da keşfini sağladı. Ve önümüzdeki birkaç hafta içinde, Max Olanck Evrim Antropolojisi Enstütüsü'nden Svante Pääbo liderliğindeki bir moleküler genetikçi ekip, daha da vurucu bir başarıyı açıklayacaklar: Neandertallerin gen dizilişlerinin çok büyük bir bölümü. (Neandertal: mağara adamı dendiğinde aklımıza gelen ilk insan şekli- ki bize genetik olarak şempanzelerden çok daha yakındırlar.) Neandertaller on bin yıl önce yokolmuş olsalar da, Pääbo uzun süre önce kaybettiğimiz bu akrabalarımızın genomlarının tamamını inşa etmekte olduğu konusunda emin, bunu yaparken de herşeye rağmen 38.000 senelik bir kemikten DNA çıkaracak.Yanyana koyulduklarında, bu üç farklı genetik şifre dizilimi -artı gorillerin ve diğer primatların genomları ki onlar da tamamen çözülmek üzere- sadece bizi insan yapan şeylerin ne olduğunu kesin olarak açıklamakla kalmayacak, aynı zamanda insan hastalıklarını daha iyi anlamamızı sağayarak onları nasıl tedavi edeceğimiz konusunda ipuçları bulmamızı da sağlayacak.İLK IŞIKLAR
Bilimadamlar, tabi ki, insanlarla maymunlar arasındaki zorunlu farklılıkların ne olduklarını tartışmak için elbette şempanze genomunun çözülmesini beklemediler. DNA hakkında bir bilgilerinin olmalarına bile ihtiyaçları yoktu. Bunların bir kısmı Charles Darwin'in insan ve maymunların ortak bir ataya sahip oldukları yönünde olduğu mantığından yola çıkar.Paleontologların eline daha ve daha çok fosil geçtikçe, vücut şekli, kafatasının ve suratın şekli, köpek dişlerinin büyüklüğü, başparmakları üzerinde verileri derleyebildiler. Bu özelliklerin karşılaştırmalı analizlerini ve bazı özelliklerin ne zaman ortaya çıkıp kayboldukları gibi verileri kullanarak gittikçe daha detaylı olan, maymun, insanımsı ve insanlar arasındaki ilişkileri gösteren soyağaçları inşa ettiler. Bu sırada, diğer şeylerin yanında, Darwin'in nerdeyse hiç bir gerçek veriye sahip olmamasına karşın, maymun ve insanın ortak bir atadan evrildiği düşüncesini büyük miktarda doğrulamaktadır, ve sürpriz olarak, dik yürüme yeteneğinin, büyük beyinlerin evrimleşmesinden milyonlarca yıl önce kazanıldığını göstermektedir.Lakin 1960'lara kadar maymunlarla aramızdaki fiziksel yakınlık temel biyokimya seviyesinde anlaşılamamıştı. Wayne Eyaleti Üniversitesi bilimadamı Morris Goodman, mesela bir tavuğun insandan, gorilden veya şempanzeden alınmış belirli bir kan proteininin enjekte edilmesine belirli bir savunma cevabı alırken (savunma sisteminin cevabı), orangutanların ve şebeklerin proteinleri hiç bir negatif tepki vermediği gibi bazı bulgulara ulaşmıştır. Yeni moleküler genetik bilimi ile 1975 yılında insanlar ve şempanzelerin genetik malzemesinin yaklaşık olarak %98-99 oranında benzer olduğu bulundu.
GENLER ÜZERİNE EĞİLME
Şempanze genomu bulunmadan bile önce, araştırmacılar bizim genetik farklılıklarımızı çıkarmaya başladılar. 1998 gibi uzun bir süre önce, glikobiyolog Ajit Varki ve meslektaşkarı, Kaliforniya Üniversitesi'nden, insanların hücrelerinin yüzeyinde sialic asit bulunduğunu bildirdi. Bu dark insanlarda "hasarlı" olan bir gen tarafından kodlanmış. Sialic asitler pek çok patojen bakterinin üremesi için ortam oluşturur, bu da insanların hastalıklara karşı mesela şempanzelerden daha dayanıksız olduklarını açıklayabilir.Birkaç yıl sonra, Pääbo önderliğindeki bir takım FOXP2 isimli genin insan versiyonunun, ki konuşma ve dil gibi yeteneklerimizin gelişmesinde rol oynar bu gen, geride bıraktığımız 200.000 yıl içinde -anatomik olarak modern insanın ilk çıktığı zamanlarda evrimleştiğini açıkladı. Bu proteinin insandaki FOXP2 geni, aynı proteinin değişik maymun türleri ve farelerdeki hali ile kıyaslanması sonucu, aminoasit diziliminin diğer hayvanlarınki ile 715 bölgenin sadece ikisinde değişiklik gösterdiği keşfedilmiştir. Son derece küçük olan bu değişiklik insanların konuşmasının her şeklini açıklar, bir bebeğin ilk kelimelerinden Robin Williams monoloğuna kadar. Hatta, bozulmuş FOXP2 geni bulunduran insanlar kelimeleri ayırt etmekte ve grameri anlamakta sorunlar yaşarlar.Daha sonra, 2004 yılında, Pensilvanya Üniversitesi'nde Hansell Stedman önderliğindeki bir grup kromozom 7'deki ufak bir mutasyonu tanımlamışlardır, ki bu kromozom miyozin üretimini etkiler. Miyozin, kas dokusunun kasılmasını sağlar. Mutant gen, MYH16 olarak bilinen, ısırma ve çiğnemede kullanılan çene kaslarınında bulunan, miyozin çeşidinin işlevini azaltır. Bu mutasyonun tüm insanlarda varolmasına, lakin yedi çeşit insan olmayan primatlarda varolmamasından yola çıkarak araştırmacılar MYH16'nın eksikliğinin atalarımızın daha küçük çene kaslarına sahip olacak şekilde evrilmiş olmalarına (2 milyon yıl önce) sebep olabileceği fikrini öne sürdüler. Bu kas gücündeki kayıp, beyne ayrılan yerin büyümesine, bunun da beynin büyümesine imkan sağladığını düşünüyorlar.
GENLERİN ÖTESİ
Gen-gen karşılaştırma prensibi hala güçlüdür, ve bir sene önce genetikçiler uzun süredir beklenen bütün bu karşılaştırma yığınını ele almayı başarmış olsalar da, bunun haberi, aynı hafta vuran Katrina Kasırgası haberlerinin gölgesinde kalmıştır. Nature dergisinde yayınlanan kaba taslak halindeki şempanze genomu bilimadamlarına bazı önemli şeyler açıkladı. İlk olarak, iki türü de oluşturan temel genomlar yaklaşık olarak %1.23'lük bir fark göstermekteydi - ki bunların büyük bir kısmı sadece erkeklerde bulunan Y kromozomunda bulunmaktaydı. Bu iki türün proteinleri karşılaştırıldığı zaman, proteinlerin (ki genlerdeki şifrelere göre sentezlenirler) %29'unun aynı olduğu, değişik olanların da çoğunun ortalama olarak saece iki aminoasitlik bir fark ile başka proteinler olarak tanımlandıkları bulundu.Şempanze ve insanlar arasındaki genetik farklılıklar, göreceli olarak zor olmalıydı ve hepsi basit olarak biraz farklılık gösteren genlerden olamazdı. İnsan genomu çözülmeden önce (2000 senesinden önce) Sean Carroll'un sözlerine göre (Wisconsin Üniversitesi) "insanların 100.000 genleri olduğu tahmin edilmekteydi. Genomu elde ettiğimizde tahmin 25.000'e düştü. Şimdi Toplam sayının 22.000 olduğunu biliyoruz, hatta 19.000'e bile düşebilir"Bu şok edici şekilde az olan rakamlar bilimadamlarına şunu açıkladı: genler tek başlarına türleri arasındaki farkları yaratmıyorlar, şimdi biliyorlar ki, farklılıklar ayrıca genlere ne zaman aktif olup ne zaman kapanacaklarını söyleyen moleküllere bağlı. Lovejoy: "Elin, penisin ve omurların yapılmasında rol oynayan genleri alın. Bunlar aynı yapıda olan bazı genleri paylaşırlar. Leğen kemiği de başka bir örnektir. İnsanların legen kemiği maymunlarınkinden ciddi bir şekilde değişiktir. Bu bir çizimde iki ayrı tuğla binanın tasarımının bulunmasına benzetilebilir. Tuğlalar aynıdır, ama sonuçlar çok farklı"Bu moleküler anahtarlar genomun karanlık maddesinde bulunmaktadır. Bu "karanlık madde", aslında, artıktır, eski evrimsel olayların unutulmuş kalıntılarıdır. Ama bu karanlık maddenin genomun %3-4'ünü içeren ve çoğunlukla genlerin içinde ve etrafında gömülü olan, işlevsel kodsuz DNA olarak bilinen bir altkümesi çok önemlidir. "Kod bölgelerinin incelenmesi çok daha kolaydır" diyor Carroll, ki kitabı "The Making of the Fittest: DNA and the Ultimate Forensic Record of Evolution” (En uyumlusunu yapmak:DNA ve Evrimin son adli kaydı)’da son konuyu derinden inceler. "Gördüklerimizin çoğunu karanlık madde yönetiyor olabilir"
Kara madde ve genlerin kendisinin, bir türden başka türlere evrim geçirmesinin sebebi, tek tek baz çiftlerinde – genetik alfabenin harfleri- tipografik hata gibi görünen değişimler olan, rastgele mutasyondur. Bu değişiklik seksüel çoğaltmada, DNA kopyalanır ve yeniden birleştirilirken, oluşmaktadır. Bazen, harflerden oluşan uzun dizinler, dölde (yavruda) aynı dizinden birden fazla olacak şekilde, yeni kopyaları oluşmaktadır (duplication). Bazen bir dizin tümden atıldığı gibi, sıradan çıkarılıp ters çevirildikten sonra tekrar yerleştirilebilmektedir. Toronto’da Çocuk hastanesinde Stephen Scherer’in yönlendirdiği bir grup, yaptığı çalışmada insan genomu ile şempanze genomu arasında 1,576 açıkça belli olan ters çevirmeyi tespit etmiştir. Bunların yarısından fazlası insanın evrim aşamalarında oluşmuştur.
Genom’un kullanılmayan kısımlarında oluşan ters çevirme, çıkarma veya yeniden tekrarlama, pek birşeyi değiştirmemekte ve gerçekte, insanın, şempanzenin ve diğer genomlar DNA nın böyle atıl kısımlarıyla doludur. Bu değişiklik bir gen üzerinde veya fonksiyonel kodlama yapmayan kısımlarda oluşan tersine çevirmeler veya tekrarlamalar çoğu kez zararlıdır. Ama bazen, tamamen şansa, bu değişimler organizmaya daha fazla döl yavru besleyebileceği çeşitli avantajlar da sağlayabiliyor ve bu değişiklikler sonraki nesillere aktarılmış oluyor.
MAYMUNLARIN BİZE ÖĞRETEBİLECEKLERİ ŞEYLER
Geçen ay Bilim (Science) dergisinde gen çoğaltımının (duplication) bizim maymunumsu orijinimizde ayrılmamızı nasıl yardım etmiş olabileceğini gösteren çarpıcı bir örnek vardı. James Sikela tarafından yönetilen ve Denver’daki Colerado Üniversitesi ve Auroro Colo.’daki Sağlık Bilimleri Merkezi elemanlarından oluşan bir ekip, DUFF1220, adı verilen ve beynin yüksek kavrama işlevleriyle ilgili bölgelerinde bulunan bir bir protein parçasının kodu olduğuna inanılan geni incelediler. Gen, geniş bir aralığı oluşturan primatlarda birden fazla kopya halinde bulunmaktadır—ancak, bilimadamları, insanların en fazla kopyayı taşıdıklarını buldular. Afrikalı büyük maymunlar önemli ölçüde daha az kopyaya, ve en uzaktaki akrabalar-orangutan ve eski dünya maymunları- çok daha azına sahip.
İlk kez Nature dergisi tarafından iki ay once yayınlanmış olan başka bir keşif, insane beyninin gelişiminde rol oynayan bir geni buldu. Şimdi California Universitesi’nden çalışan biyo istatikçisi Katherine Polland ve U.C Santa Cruz’dan Sofie Salama’nın liderliğini yaptığı bir ekip insan, şempanze ve diğer omurgalıların genomlarında büyük ölçüde ve ivmelenen oranlarda değişim geçiren kısımları sofistike bilgisayar programları kullanarak aradılar. Sonuç olarak 49 adet HARS (human accelerated region-insanın ivmeli bölgeleri) bulmuşlar.
Maymun’dan insana en dramatik şekilde değişen bölge, HAR1, cenin’in 7’nci ve 19’uncu haftalarında beyin dokusunda aktif olan gene ait olduğu ortaya çıkmış. Genin kesin görevinin ne olduğu bilinmese de, bu dönem,reelin proteininin insan beyinin karakteristik 6 seviyeli kortex yapısının tamamlanmasına yardımcı olduğu dönemdir. Ekibin yaptığı çalışmayı daha ilginç kılan şey, ikisi dışında diğer tüm HAR’ların, genomun anlaşılmaz ve kodlanmayan bölümlerinde bulunması, ki bu da türlr arasındaki çoğu değişikliğin buralarda olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
ŞEMPANZELERLE SEKS
İlkel genomların karşılaştırılması, insanların orijini hakkında şaşırtıcı, tartışmalı ve biraz rahatsız edici iddalara da yol açmıştır. Cambirdge Broad Enstitüsünden David Reich birkaç arkadaşıyla, şempanze ve insane DNA’larını, goril, orangutan ve makakların genetic malzemeleriyle karşılaştırdılar. Bilimadamları genomlardaki ortalama farklılıkları bir çeşit evrimsel saat olarak kullanmışlardır, çünkü daha yakın türler değişik yönlerde gelişme için daha az zamanları olmuştur. Reich’in ekibi değişik türlerin kromozomları üzerinde evrim saatinin nasıl çalıştığını ölçmüşlerdir. Sürpriz bir şeklide, maymun ve insnanın ortak atadan en fazla 6.3 milyon ve en az da 5.4 milyon yıl once ayrıldıkları sonucuna varmışlardır. Eğer yanılmamışlarsa, şimdi en eski atalarımız olarak kabul edilen birkaç insansı tür—Sahelanrthropus tchadensis (7 milyon yıl yaşında) Orrorin tugenesis (yaklaşık 6 milyon yaşında) ve ardipithecus kadabba (5.2 ila 5.7 milyon yıl yaşında)- yeniden değerlendirilmelidir.
Ve bu en şaşırıtcı bulgu değildir. Reich’in takımı insan X kromozomunun bütününün şempanze X kromozomundan diğer kromozomlara göre yaklaşık 1.2 milyon yıl daha sonra ayrıldığını bulmuşlardır. Bir mantıklı açıklama insan ile şempanzein ilk önce ayrıldığını, ama en sonunda farklı evrimsel yollara yönelmeden önce zaman zaman çiftleştiği açıklamasıdır. Bu, neden şimdi insanın atası olduğu ileri sürülen bazı fosillerin insan ile şempanze özelliklerinin bir karışımına sahip olduğunu açıklamamın yanında bu fosillerin bir kısmının hibrid olabileceğini de gösterebilir. Veya sadece aynı zamanlarda yaşamış hatta insan ile şempanzenin en son ortak atasından önce de yaşamış olabilirler.
Tüm bunlar, fosil zamanlamasının doğruluğuna ve genetik varyasyonu saat olarak kullanmanın güvenirliğine bağlıdır. Her iki metod da büyük hata payları içermektedir. Ama genetikçiler ne kadar daha fazla primatın genomlarını yanyana koyoarkarsa o kadar çok soruyu yanıtlayabileceklerdir. “İnsanların, orangutanların, şempanzelerin ve makakların kaba dizilimlerine sahibiz” demektedir Eric Lander, Broad Enstitüsü’nün direktörü ve şempanze genomunu çözen ekibin lideri. “Ama henüz goril genomuna sahip değiliz. Lemurlar da sırada, ve gibonlar da”
NEANDERTAL’LERİ ÇÖZÜMLEMEK
Daha da devam edersek, iki birbirinden bağımsız araştırma grubuna, en yakın akrabalarımızın; Neandertal’lerin genomlarını inceledikleri için teşekkür etmeliyiz. Neandertal’lerin ataları yaklaşık 500.000 yıl önce ortaya çıkmış, ve bizim türümüzden daha uzun mu yaşayacağı, yoksa, şimdilerde bize tuhaf gelen bir şekilde, en azından Avrupa ve batı Asya’da iki türün süresiz bir şekilde hayatta kalıp kalmayacağı sorusu, uzun süre belirsizliğini korudu. Neandertal’ler yüzbinlerce yıl yaşadılar. Nature dergisinde geçen ay yayımlandığı gibi, Neandertallerin son yaşam alanı İber yarımadasının güney ucun olan Gibraltar’da 28.000 yıl öncesine kadar- veya daha uzun süre, yaşamış olabilirler.
Californya, Valnut Creek teki Energy’nin birleşik genom enstitüsü (Energy’s joint Genome Institude) direktörü Eddy Rubin’e göre Nenandertaller pekçoğunun sandığı kadar ilkel değillerdi; “Ateşleri vardı, ölü gömme törenleri, sanat dediğimiz şeyin ilk adımlarına sahiptiler. Gelişmişlerdi ama inanın son 10.000 15.000 yılda yaptığı kadar da değil”. Sonuçta onları yarış dışında bıraktık ama bunu nasıl yaptığımızın anahtarı da genlerimizde yatıyor. İki yıl önce, Svante Paabo, FOXP2 yi analiz eden ve antik DNA üzerinde çalışmalar yapan adam, Neandertal genomunu yeniden yaratmak için çaba sarfetti. Aynı zamanlarda Rubin, aynı işi başka bir teknikle yapmak için uğraşıyordu.
Yapılan iş kolay değildi. Herhangibir kompleks organik molekül gibi, DNA da zaman içinde bozuluyordu ve yerde binlerce yıl yatan kemikler bakterilerin ve mantarların DNA’larıyla kötü bir şekilde bulaşmış/kirlenmiş oluyordu. Fosili alan kişi de fosilde insan DNA’sı bırakmış olabiliyordu. 400 Neandertal arasından 60 tanesinin kalıntıları üzerinde yapılan araştırmalarda sadece 2 tanesinde işe yarar malzeme bulunabildi. Üstelik, ekibinin kemiklerden çıkardığı genetik materyalin sadece %6’sının Neandertal’lere ait olduğunu tahmin etmektedir.
Sonuç olarak işlem delirtecek kadar yavaş ilerledi. Detayını ifşa edememesine rağmen, yakında önemli bir bilimsel dergide Neandertal genomunun 1 milyon baz çiftini yayınlayacağını ve çantasında 4 milyon baz çifti daha olduğunu belirtmiştir. Bu arada Rubin’de çalışmalarının sonucunu yayınlamaya hazırlanmaktadır, ancak detaylarını açığa vurmayı reddetmektdir. “Paabo’nun takımı bizim elimizdekinden önemli derecede daha fazla dizine sahip”, diyor. “Bazı detaylar farklı ama sonuçlar büyük oranda benzer”.
Paabo, en yakın kuzenlerimizde bizi ayıran şeyin ne olduğu hakkında çok fazla şey öğrenemediğini kabul ediyorsa da, bukadar uzun süre önce ölmüş bir varlıktan önemli bir miktarda DNA dizini yeniden yaplandırılabıleceğini göstermek bile kavramın ispatı açısından önemlidir. O ve rubin, birkaç yıl içinde tamama oldukça yakın Neandertal genomu elde edilebileceğinde hemfikir. “ Bu bize, yumuşsak dokular gibi şu anda birşey diyemediğimiz konularda biyolojik bir bakış açısık kazandıracak” diyor Rubin. “Bu bize hastalıklara karşı duyarlılık ve bağışıklık hakkında birşeyler söyleyebilir. Bu bize, insanın dizinleri ile çakışan bölgelerinde, tarihöncesi bir varlığın dizini ile şempanzenin dizinini karşılaştırma olanağı verecek.” Birgün neandertal ile insan DNA sının aynı parçalarını farklı fare DNA’larına ekleyip ne tür bir etki yaratacağını gözlemleyebiliriz.
TÜM BUNLARIN ANLAMI
Bu bilgilerin ne kadar yararlı olduğunu kesin bir şekilde değerlendirmek zor. Gerçekte, birkaç uzman tüm projeyi olumsuz yönde değerlendiriyor. “ Kent State’s Lovejoy “neandertallerin bize ne göstereceğinden emin değilim.” diyor. “[İnsan evrimi açısından] gerçekten gecikmişler. Ve, en iyi durumda, Avrupa’da küçük çevresel bir izolasyonu temsil ediyorlar. Onları inceleyerek insan evrimi hakkında çok fazla şey öğrenebileceğimizi hayal edemiyorum”. Lovejoy, insan ile şempanzelerin atalarının çiftleştiği konusunda çok daha olumsuz ve genomdaki mutasyon hızı ile evrimsel değişimi ölçmenin fazlasıyla kesinlikten uzak olduğunu düşünüyor.
Gerçekte, genom karşılaştırmasının en ateşli taraftarları bile hemen hemen şimdiye kadar bildiğimiz herşeyi gözönüne aldığımızda, işin ilk safhalarında olduğumuzu kabul ediyor. “Biz, bizi diğer canlılardan farklı kılan özelliklerle ilgileniyoruz” diyor Carroll Wisconsin, “hastalıklara karşı hassasiyet, büyük beyin, konuşma, dik yürüme, karşı taraftaki başparmaklar. Diğer organizmalarını biyolojik yapısına baktığımızda, bu özelliklerin çok kompleks olduğuna inanmak zorundayız. Biçimin geliştirilmesi, beyin hacminin artması, çok uzun bir sürede oldu, belki 50.000 nesil. Oldukça karmaşık bir genetik reçete.”
En sert eleştiriler bile bu çalışmaların çok büyük bir potansiyeli olduğunu kabul ediyor. “Sonunda gezgende yaşayan tüm hayvanlar arasındaki tüm değişiklikleri kesinlikle belirleyebileceğiz” diyor Lovejoy. “Her defasında, göril genomu gibi, yeni bir genomu karışıma aldığımızda şansımızı çok daha fazla arttırıyoruz”.
Bazı değişikliklerin çok önemli pratik sonuçları oluyor. İnsan genomu çözüldüğünde de ortaya çıkmış olan, insan hücrelerinde sialik asidin özel bir formunun olmayışı, Varki ve arkadaşlarının belirlediği gibi, sialsik asidin yönettiği 60 genden 10 tanesi şempanze ile insan arasında önemli farklılıklar göstermektedir. “Her defasında” diyor Varki, “tuhaf olanı insandaki”. Bu tür keşifler, malarya, AIDS, hepatit virüsü gibi yıkıcı hastalıkların anlaşılmasında, insan genomunun tek başına incelenmesinden çok daha hızlı sonuç alınmasını sağlayabilir.
Çoğumuz için, karşılaştırmalı genom çalışmalarının bizi bu kadar cezbettirmesinin nedeni” bizi insan yapan nedir?” ana sorusu. Bilimcilerin bize hatırlattıkları gibi evrim, gelişigüzel genetik değişimlerin, raslantısal çevresel faktörlerle birlerini etkileyerek arkadaşlarından daha uygun organizmaları ortaya çıkaran raslantısal bir süreçtir. 3.5 milyar yıllık rastlantısal bir süreçten sonra, kendi kökünü merak eden ve Mozart adagio ile eğlenen bir yaratık ortaya çıktı. Birkaç kısa yıl sonra, belki de, bu nasıl ve ne zaman oldu kesin bir şekilde anlayabileceğiz.
17 Şubat 2007
İslam'da Köle Hukuku
İslam'da köle hukuku konusunu sadece "azad" kurumu çerçevesinde ele aldım ve bu haliyle "köle edinimi" konumuz dışında kalmaktadır.
Köle azad etme meselesi ise tam anlamıyla köleler için "pamuk ipliğine" bağlı bir durumdur.
Nisa 92. Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola. (Bu takdirde diyet vermez). Eğer öldürülen mümin olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mümin bir köle azat etmek lazımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mümin köleyi azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşpeşe oruç tutması lazımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir
Görüleceği gibi bir kölenin azad olabilmesi için sahibinin bir mümini öldürmesini beklemesini gerekmektedir.
Mücadele 3 Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.
Burada da göreceğin gibi cahilliye dönemine ait bir kabile geleneği olan "Zıhar" uygulaması konu ediliyor.
Peki, ne imiş Zıhar bir bakalım:
Zıhar: Erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması harâm yerine; "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" gibi sözlerle benzetmesi. Hanımına "Senin başın anamın sırtı gibidir" diyen bir erkeğin, keffâret vermedikçe hanımına sarılması, öpmesi ve cimâ etmesi harâm olur. Zıhâr keffâreti, oruç keffâreti gibidir. (İbn-i Nüceym)
Yani erkek karısına "senin sırtın bana anamın sırtı gibidir" derse daha doğrusu "artık sana anam gibi bakıyorum" veya Türkçe'deki ifadesiyle "artık kardeş olduk" derse bu söz ondan soğuduğunu ve ondan sözle uzaklaştığı anlamına gelir ki eğer bu sözü söyleyen kişi tekrar karısına dönüp onunla yatmak isterse (cima) o zaman köle azad etmek zorunda.
Sizin anlayacağınız gibi kölenin azad edilmesi için ya sahibinin birini öldürmesi ve dahası bu kişinin mümün olması (Nisa 92) ya da karısına "zıhar" yapmasını (Mücadele 3) beklemesi gerekecek
(Ayrıca artık bu çağda eski Arap kabilelerine ait bir gelenek olan "Zıhar"ın Türkler tarafından uygulanmadığı ve uygulanmayacağı ve bu haliyele bütün zamanlara şamil olduğu iddia eilen Kuran'ın en fazla 1400 yıl önceki Arap kabilelerine hitap ettiğini de rahatlıkla görebiliriz)
İlave olarak bu aşağıdaki ayette de köle azadı ile ilgili hüküm var :
Maide 89. Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, [b]yahut da bir köle azat etmektir[/b]. Bunları bulamıyan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin). Allah size ayetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz!
Burada da bilerek yapılan yeminin keffareti ve üçüncü alternatifi olarak köle azad edilmesi söz konusu.
Çok rahatlıkla anlaşılabileceği gibi burada da bir mümin, kölesini azad etmek yerine 10 fakire yemek yedirmeyi tercih edecektir çünkü bir köleden ömür boyu faydalanmak yerine 10 fakiri doyurmak çok daha ekonomiktir.
Bunun dışında kölenin hürriyetine kavuşmasının bir diğer alternatifi olan mukatebe antlaşması ile ilgili ayet de şu.
Nur 33. Evlenme imkanını bulamayanlar ise; Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve cariyelerden) mükatebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik). görüyorsanız, hemen mükatebe yapın. Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
Şimdi Mukatebe antlaşması nedir ona bakalım:
Mükatebe: Köle veya cariye ile efendisi arasında yapılan bir akid olup, bu akidde köle veya cariye, belli bir bedel ödediği takdirde efendisinden, kendisine hürriyetini vermesini ister veya aynı teklifi efendisi ona yapar. Üzerinde anlaşmaya varılan bu bedel hazır ise köle bu bedeli hemen ödemek, değilse, efendisinin kendisine tanıdığı bir süre içinde temin ettikten sonra ödemek şartıyla hürriyetine kavuşur. (Diyanet Vakfı meali dip notu)
Burada da islam uleması tarafından "kölenin hürriyetine kavuşturulmasını teşvik etme" gibi bir amaç olduğu öne sürülmüş ama bunlardan hiç birisi köle azadlamayı (köle açısından) kolaylaştırmadığı gibi bilakis adeta "tesadüflere" ve köleyi "ilave maddi yüklere" mecbur bırakmıştır.
Peki köle mukatebe antlaşması yaparak özgürlüğüne kavuşmak için gerekli olan meblağı nasıl elde edecektir ?
Bu soruya da cevabı Tevbe 60'da bulabiliriz:
Tevbe 60: Sadakalar, -Allah'tan bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, (zekat) işinde görevli olanlar, kalbleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu ayette de görüleceği gibi "sadaka" adeta köle için tek umut kaynağıdır. Ne var ki, bu sadakayı bile almak için köle sıraya girmek zorundadır.
çünkü sadaka öncelikle şu şekilde dağıtılır;
a-Fakirlere,
b-Düşkünlere,
c-Zekat işinde görevli olanlara,
d-Kalpleri islama ısındırılacak olanlara (müellef-i-kulub)
e-Kölelere
f- Borçlullara
e-Allah yolunda olanlara (veya Allah yolunda cihad edenler)
g-Yolculara
Düşünün ki, kölenin sadaka sırası bir müellef-i kulub'dan bile sonra gelmektedir. (Bu muellef-i kulûb konusu apayrı bir konudur. Huneyn savaşında Muhammed'in topladığı ganimetlerden islamı seçmeyen insanları islama sokmak için verdiği rüşvettir. Ne demek istediğimi anlatmak için şu hadis oldukça açıklayıcı olacaktır:
Safvan b. Ümeyye der ki: "Huneyn muharebesinde Hz. Peygamber (s.a.s), bana ganimet mallarından bir pay verdi. Halbuki o benim en sevmediğim kimse idi. Bana vermeye devam etti; sonunda insanlar içinde en sevdiğim kimse oldu" (Tirmizî, III, 27).)
İşte bu şekilde parayı alanlar bir anda Muhammed'i ve İslam'ı sever hale gelmiştir.
Not: Müellef-i Kulb konusunun diğer detaylarına konumuz olmadığı için girmiyorum
Evet köle için sadece mukatebe parasını sadaka olarak toplamak da yeterli değildir çünkü yukarıda yazdığımız Nur 33'de belirtildiği gibi onların bunu hak etmesi için "kendilerinde hayır görülmesi" gerekmektedir. Peki nedir bu ? Bunu da Hamidullah'tan yazalım:
"....Kanunun öngördüğü belli bir kültür ve bilgi seviyesine ulaşmış olmaları koşulu ile köleler isterlerse özgürlüklerini satın alabilirler" (İslam Peygamberi s.574)
Görüleceği gibi zaten neredeyse maddi bedelini karşılamanın imkansız olduğu Mukatebe antlaşması ilave olarak da subjektif kriterlere tâbi tutularak kölenin hürriyetini efendisinin keyfiyetine açık hale getirilmiştir hatta adeta efendinin keyfiyetine teslim etmiştir.
Köle açısından bakacak olursak:
1-Köle efendisinin bir mümini öldürmesini beklemek zorundadır
2-Efendisinin "zıhar" yapmasını beklemek zorundadır
3-Efendisinin bilerek ettiği yemini bozmak istemesini beklemek zorunda kalacaktır
4-Ya da hiç bir ekonomki gücü olmadığı halde efendisinin keyfi olarak belirlediği bir mukatebe miktarını ödemek zorunda kalacaktır. (yani ömür boyu onun hizmetinde karın tokluğuna çalışmıştır köle olarak ve ayrıca insan olmaktan kaynaklanan en doğal hakkı olan hürriyetini de kazanmak için maddi bir bedel ödemek zorunda kalacaktır)
Kölelik her şeyden önce fıkıhsal bir statütüdür. Bu statü şu şekilde belirlenir.
Köleler, ganimet olarak veya ticari bir emtia olarak alınır-satılır-kiraya verilir-miras bırakılır ve hibe edilebilir.
Bu haliyle köleler;
a-Eşya olarak değerlendirilir ve bir ticari emtia olarak "Ticaret hukukunun" konusudur
b-Miras hukukunun konusudur
c-Savaş hukukunun konusudur
d-Köleler kölelerle veya hürlerle evlenir- boşanır ve hürlerden ayrı olarak "Medeni hukukun" konusudur.
Bu konularda çarpıcı paragrafları aşağıda Hamidullah'tan (İslam Peygamberi s. 576) aldım :
"Bir kadın köle (cariye) açık ve kesin bir nikah akdi olmaksızın, sadece efendisinin emir ve hizmetine bağlıdır. Çünkü evlilik (nikah) durumunda erkek hanımının vücudu üzerinde sdece bir yararlanma hakkına sahip iken, kadın kölenin sahibi cariyesinin şahsı üzerinde de bir mülkiyet hakkına sahiptir. diğer bütün insanlar hatta efendinin kendi oğlu bile bu cariye ile cinsel ilişkiye girmekten kesinlikle men edilmişlerdir. Bir efendi kendisinde çocuk dünyaya getirmemiş olan bir cariyeyi satabilir. Efendi cariyenin bir başka erkekle nikah akdi yapmasına da izin verebilir ancak bu durumda efendi bu cariye ile bir daha karı-koca hayatı yaşayamaz"
(Burada Hamidullah'in "bir daha karı-koca hayatı yaşayamaz" ifadelerine dikkatinizi çekerim)
Efendinin kadın köle olan cariye ile cinsel ilişkiye girmesi "mülkiyet üzerinde tasarruf hakkı" gereği doğaldır ve üstüne de cinsel ilişkiye girdiği bu cariyenin evlenmesine de izin verebilir (!)
Devam ediyorum:
"Eğer nikahlanan her iki tarafta da köle ise doğan çocukta köle olur. Sadece koca köle ise çocuklar hür kimseler olarak anaya tâbi olurlar. Sadece annenin köle olması durumunda, doğacak çocukların o cariye kadının efendisine ait olmayacağı konusunda efendi ile önceden anlaşmış olması gerekir. Cariye bir kadının kendi efendisinden olan çocukları hür olarak doğarlar ve bu kadın artık 'çocuklu anne' sıfatı alır." Hukuken bu efendinin bundan sonra o cariyesini satamayacağı ve ne şekilde olursa olsun, onu herhangi bir erkeğe veremeyeceği, hatta efendisi onu hayatta iken azad etmemişse, onun ölümü ile birlikte cariyenin kendiliğinden hürriyetine kavuşacağı anlamına gelmektedir.
İslam hukukunda nikahlı hür bir zevce ile bir cariye arasındaki en temel fark, cariyenin efendisi konumundaki kocasından, nikahlı hür bir eş gibi miras alma hakkına sahip olmamasında görülür"
Görüldüğü gibi hürlerden ayrı olarak cariyeler efendileri ile evlenseler dahi miras alamazlar. Tabii bu konumuz değil, bizi ilgilendiren bir hürriyete kavuşma yolu olarak da İslam fıkhında kadın kölelerin (cariyelerin) efendisinden çocuk doğurmaları ve "ümmü'l veled" sıfatı kazandıktan sonra efendilerinin ölümünü beklemeleri, bir alternatif olarak hürriyete kavuşma yolu olarak öünümüze çıkmaktadır. Yani köle eğer kadın ise o zaman efendisi ile cimâ edecek ve bir çocuk dünyaya getirecektir. Daha sonra da efendisinin ölümünü bekleyecektir.
Sözün kısası İslam hukuku hürler ve köleler olmak üzere iki ayrı hukuktur ve kölenin hürriyetine kavuşması neredeyse imkansızdır.
Konuya bir de hadisler açısından bakalım.
Kütüb-i Sitte : Ağacı Ve Köleyi Satmak bölümü
Hadis No : 0379
Ravi: İbnu Ömer
Tanım: Hz. Peygamber (sav)'ın şöyle sölediğini işittim: "Kim döllemesi yapılmış bir hurmalık satarsa (bir başka rivayette satın alırsa) bunun meyvesi satana aittir. Satın alan kendisinin olacak diye şart koşmuşsa o hariç (bu durumda meyve müşterinindir). Kim de bir köle satarsa, kölenin malı satanındır, burada da satın alan "benim olacak" diye şart koşmuşsa o hariç, bu takdirde kölenin malı varsa müşterinin olur."
Kaynak: Buhari, Büyu 90, 92, Şürb 17, Şürüt 2; Müslim, Büyu 77, (1543); Muvatta, Büyu 9 (2, 617); Tirmizi, B
Açıkça bu hadiste de kölenin malı olsa dahi satıldığı anda malı onun olmaktan çıkar. Alıcı ile satıcı arasındaki antlaşmaya bağlı olarak efendisinin ya da yeni-efendisinin olacaktır. Bu haliyle "kölenin malı efendisinin malıdır" demek yeterlidir.
Kütüb-i Sitte: Alım-Satımı Caiz Olmayan Eşyalar Hakkında
Hadis No : 0232
Ravi: İbnu Ömer
Tanım: Hz. Ömer (ra) buyurdu ki: "Efendisinden çocuk doğuran cariyeyi efendisi artık satamaz, hibe edemez, miras olarak da bırakamaz. Hayatta kaldığı müddetçe ondan istifade eder. Ölecek olursa cariye hür olur."
Kaynak: Muvatta, Itk 6, (2, 776)
Yukarıda bahsettiğimiz durumun hadis kaynaklarından birisi. İslam fıkıhı Kuran-sünet ve hadis üzerine binâ edilir ve hiç değişmeyen ilahi normlar oluşturur.
Kütüb-i Sitte: Hayvan Vs. İle İlgili Teferruat
Hadis No : 0322
Ravi: Cabir
Tanım: Bir köle gelerek Hz. Peygamber (sav)'a hicret etmek üzere biat etti, Resulullah (sav) onun köle olduğunu sezemedi. Arkadan efendisi onu aramaya geldi. Resulullah (sav) ona: "Onu bana sat" buyurdu ve köleyi iki siyah köle mukabilinde satın aldı."
Kaynak: Müslim, Musakat 123, (1602); Tirmizi, Siyer 36, (1596); Ebu Davud, Büyu 17, (3358); Nesai, Bey'a 66,
Bu da Muhammed'in köle alım-satımına delil teşkil eden bir hadis. Bir mümin köle karşılığı iki müşrik veya gayri müslüm köle. Daha da ötesi bu hadis Kütüb-i Sitte'de "Hayvanlar vs. ile ilgili teferruat bölümünde" yer alıyor.
Kütüb-i Sitte :Ayıp Sebebiyle Malı Geri Vermeye Dair
Hadis No : 0376
Ravi: Ukbe İbnu Amir
Tanım: Resulullah (sav) buyurdu ki: "Kölenin müddeti üç gündür. Şayet müşteri, bir hastalığa rastlarsa, herhangi bir delil ibraz etmeden köleyi satana geri verir. Üç günden sonra hastalığa rastlarsa, bu hastalığın, satın aldığı zamana ait olduğu hususunda delil ibraz etmesi gerekir."
Kaynak: Ebu Davud, Büyu 72, (3506)
Bu hadis de kölenin aynı bir eşya gibi değerlendirilişine tipik bir örnek. Bir emtia-eşya da kusur olması gibi kölede de hastalık veya kusur olabilir. Bu durumda da tabii ki, ticaret hukukunu kapsamı içindedir.
Görüleceği gibi İslam'da bırakın köleliğin kaldırılmasını bilakis kölelik apayrı bir fıkıhsal düzenlemeye tâbi tutularak kurumsallaştırılmıştır.
İslam tarihi boyunca köleliğin adeta şaha kalkmasının sebebi onun kurumsallaştırılarak adeta kökleştirilmiş olmasındandır.
Daha da beteri, bu kurumsallaştırılma "ilahi" olduğu söylenen hükümler gereği yapılmış ve bu yüzden de kaldırılması neredeyse imkansız hale getirilmiştir.
Sözün kısası, İslam uygarlıkları tarihte her döneminde (Osmanlı imp. dahil) köle uygarlıkları olmuştur.
Köle azad etme meselesi ise tam anlamıyla köleler için "pamuk ipliğine" bağlı bir durumdur.
Nisa 92. Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola. (Bu takdirde diyet vermez). Eğer öldürülen mümin olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mümin bir köle azat etmek lazımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mümin köleyi azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşpeşe oruç tutması lazımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir
Görüleceği gibi bir kölenin azad olabilmesi için sahibinin bir mümini öldürmesini beklemesini gerekmektedir.
Mücadele 3 Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.
Burada da göreceğin gibi cahilliye dönemine ait bir kabile geleneği olan "Zıhar" uygulaması konu ediliyor.
Peki, ne imiş Zıhar bir bakalım:
Zıhar: Erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması harâm yerine; "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" gibi sözlerle benzetmesi. Hanımına "Senin başın anamın sırtı gibidir" diyen bir erkeğin, keffâret vermedikçe hanımına sarılması, öpmesi ve cimâ etmesi harâm olur. Zıhâr keffâreti, oruç keffâreti gibidir. (İbn-i Nüceym)
Yani erkek karısına "senin sırtın bana anamın sırtı gibidir" derse daha doğrusu "artık sana anam gibi bakıyorum" veya Türkçe'deki ifadesiyle "artık kardeş olduk" derse bu söz ondan soğuduğunu ve ondan sözle uzaklaştığı anlamına gelir ki eğer bu sözü söyleyen kişi tekrar karısına dönüp onunla yatmak isterse (cima) o zaman köle azad etmek zorunda.
Sizin anlayacağınız gibi kölenin azad edilmesi için ya sahibinin birini öldürmesi ve dahası bu kişinin mümün olması (Nisa 92) ya da karısına "zıhar" yapmasını (Mücadele 3) beklemesi gerekecek
(Ayrıca artık bu çağda eski Arap kabilelerine ait bir gelenek olan "Zıhar"ın Türkler tarafından uygulanmadığı ve uygulanmayacağı ve bu haliyele bütün zamanlara şamil olduğu iddia eilen Kuran'ın en fazla 1400 yıl önceki Arap kabilelerine hitap ettiğini de rahatlıkla görebiliriz)
İlave olarak bu aşağıdaki ayette de köle azadı ile ilgili hüküm var :
Maide 89. Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, [b]yahut da bir köle azat etmektir[/b]. Bunları bulamıyan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin). Allah size ayetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz!
Burada da bilerek yapılan yeminin keffareti ve üçüncü alternatifi olarak köle azad edilmesi söz konusu.
Çok rahatlıkla anlaşılabileceği gibi burada da bir mümin, kölesini azad etmek yerine 10 fakire yemek yedirmeyi tercih edecektir çünkü bir köleden ömür boyu faydalanmak yerine 10 fakiri doyurmak çok daha ekonomiktir.
Bunun dışında kölenin hürriyetine kavuşmasının bir diğer alternatifi olan mukatebe antlaşması ile ilgili ayet de şu.
Nur 33. Evlenme imkanını bulamayanlar ise; Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve cariyelerden) mükatebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik). görüyorsanız, hemen mükatebe yapın. Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
Şimdi Mukatebe antlaşması nedir ona bakalım:
Mükatebe: Köle veya cariye ile efendisi arasında yapılan bir akid olup, bu akidde köle veya cariye, belli bir bedel ödediği takdirde efendisinden, kendisine hürriyetini vermesini ister veya aynı teklifi efendisi ona yapar. Üzerinde anlaşmaya varılan bu bedel hazır ise köle bu bedeli hemen ödemek, değilse, efendisinin kendisine tanıdığı bir süre içinde temin ettikten sonra ödemek şartıyla hürriyetine kavuşur. (Diyanet Vakfı meali dip notu)
Burada da islam uleması tarafından "kölenin hürriyetine kavuşturulmasını teşvik etme" gibi bir amaç olduğu öne sürülmüş ama bunlardan hiç birisi köle azadlamayı (köle açısından) kolaylaştırmadığı gibi bilakis adeta "tesadüflere" ve köleyi "ilave maddi yüklere" mecbur bırakmıştır.
Peki köle mukatebe antlaşması yaparak özgürlüğüne kavuşmak için gerekli olan meblağı nasıl elde edecektir ?
Bu soruya da cevabı Tevbe 60'da bulabiliriz:
Tevbe 60: Sadakalar, -Allah'tan bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, (zekat) işinde görevli olanlar, kalbleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu ayette de görüleceği gibi "sadaka" adeta köle için tek umut kaynağıdır. Ne var ki, bu sadakayı bile almak için köle sıraya girmek zorundadır.
çünkü sadaka öncelikle şu şekilde dağıtılır;
a-Fakirlere,
b-Düşkünlere,
c-Zekat işinde görevli olanlara,
d-Kalpleri islama ısındırılacak olanlara (müellef-i-kulub)
e-Kölelere
f- Borçlullara
e-Allah yolunda olanlara (veya Allah yolunda cihad edenler)
g-Yolculara
Düşünün ki, kölenin sadaka sırası bir müellef-i kulub'dan bile sonra gelmektedir. (Bu muellef-i kulûb konusu apayrı bir konudur. Huneyn savaşında Muhammed'in topladığı ganimetlerden islamı seçmeyen insanları islama sokmak için verdiği rüşvettir. Ne demek istediğimi anlatmak için şu hadis oldukça açıklayıcı olacaktır:
Safvan b. Ümeyye der ki: "Huneyn muharebesinde Hz. Peygamber (s.a.s), bana ganimet mallarından bir pay verdi. Halbuki o benim en sevmediğim kimse idi. Bana vermeye devam etti; sonunda insanlar içinde en sevdiğim kimse oldu" (Tirmizî, III, 27).)
İşte bu şekilde parayı alanlar bir anda Muhammed'i ve İslam'ı sever hale gelmiştir.
Not: Müellef-i Kulb konusunun diğer detaylarına konumuz olmadığı için girmiyorum
Evet köle için sadece mukatebe parasını sadaka olarak toplamak da yeterli değildir çünkü yukarıda yazdığımız Nur 33'de belirtildiği gibi onların bunu hak etmesi için "kendilerinde hayır görülmesi" gerekmektedir. Peki nedir bu ? Bunu da Hamidullah'tan yazalım:
"....Kanunun öngördüğü belli bir kültür ve bilgi seviyesine ulaşmış olmaları koşulu ile köleler isterlerse özgürlüklerini satın alabilirler" (İslam Peygamberi s.574)
Görüleceği gibi zaten neredeyse maddi bedelini karşılamanın imkansız olduğu Mukatebe antlaşması ilave olarak da subjektif kriterlere tâbi tutularak kölenin hürriyetini efendisinin keyfiyetine açık hale getirilmiştir hatta adeta efendinin keyfiyetine teslim etmiştir.
Köle açısından bakacak olursak:
1-Köle efendisinin bir mümini öldürmesini beklemek zorundadır
2-Efendisinin "zıhar" yapmasını beklemek zorundadır
3-Efendisinin bilerek ettiği yemini bozmak istemesini beklemek zorunda kalacaktır
4-Ya da hiç bir ekonomki gücü olmadığı halde efendisinin keyfi olarak belirlediği bir mukatebe miktarını ödemek zorunda kalacaktır. (yani ömür boyu onun hizmetinde karın tokluğuna çalışmıştır köle olarak ve ayrıca insan olmaktan kaynaklanan en doğal hakkı olan hürriyetini de kazanmak için maddi bir bedel ödemek zorunda kalacaktır)
Kölelik her şeyden önce fıkıhsal bir statütüdür. Bu statü şu şekilde belirlenir.
Köleler, ganimet olarak veya ticari bir emtia olarak alınır-satılır-kiraya verilir-miras bırakılır ve hibe edilebilir.
Bu haliyle köleler;
a-Eşya olarak değerlendirilir ve bir ticari emtia olarak "Ticaret hukukunun" konusudur
b-Miras hukukunun konusudur
c-Savaş hukukunun konusudur
d-Köleler kölelerle veya hürlerle evlenir- boşanır ve hürlerden ayrı olarak "Medeni hukukun" konusudur.
Bu konularda çarpıcı paragrafları aşağıda Hamidullah'tan (İslam Peygamberi s. 576) aldım :
"Bir kadın köle (cariye) açık ve kesin bir nikah akdi olmaksızın, sadece efendisinin emir ve hizmetine bağlıdır. Çünkü evlilik (nikah) durumunda erkek hanımının vücudu üzerinde sdece bir yararlanma hakkına sahip iken, kadın kölenin sahibi cariyesinin şahsı üzerinde de bir mülkiyet hakkına sahiptir. diğer bütün insanlar hatta efendinin kendi oğlu bile bu cariye ile cinsel ilişkiye girmekten kesinlikle men edilmişlerdir. Bir efendi kendisinde çocuk dünyaya getirmemiş olan bir cariyeyi satabilir. Efendi cariyenin bir başka erkekle nikah akdi yapmasına da izin verebilir ancak bu durumda efendi bu cariye ile bir daha karı-koca hayatı yaşayamaz"
(Burada Hamidullah'in "bir daha karı-koca hayatı yaşayamaz" ifadelerine dikkatinizi çekerim)
Efendinin kadın köle olan cariye ile cinsel ilişkiye girmesi "mülkiyet üzerinde tasarruf hakkı" gereği doğaldır ve üstüne de cinsel ilişkiye girdiği bu cariyenin evlenmesine de izin verebilir (!)
Devam ediyorum:
"Eğer nikahlanan her iki tarafta da köle ise doğan çocukta köle olur. Sadece koca köle ise çocuklar hür kimseler olarak anaya tâbi olurlar. Sadece annenin köle olması durumunda, doğacak çocukların o cariye kadının efendisine ait olmayacağı konusunda efendi ile önceden anlaşmış olması gerekir. Cariye bir kadının kendi efendisinden olan çocukları hür olarak doğarlar ve bu kadın artık 'çocuklu anne' sıfatı alır." Hukuken bu efendinin bundan sonra o cariyesini satamayacağı ve ne şekilde olursa olsun, onu herhangi bir erkeğe veremeyeceği, hatta efendisi onu hayatta iken azad etmemişse, onun ölümü ile birlikte cariyenin kendiliğinden hürriyetine kavuşacağı anlamına gelmektedir.
İslam hukukunda nikahlı hür bir zevce ile bir cariye arasındaki en temel fark, cariyenin efendisi konumundaki kocasından, nikahlı hür bir eş gibi miras alma hakkına sahip olmamasında görülür"
Görüldüğü gibi hürlerden ayrı olarak cariyeler efendileri ile evlenseler dahi miras alamazlar. Tabii bu konumuz değil, bizi ilgilendiren bir hürriyete kavuşma yolu olarak da İslam fıkhında kadın kölelerin (cariyelerin) efendisinden çocuk doğurmaları ve "ümmü'l veled" sıfatı kazandıktan sonra efendilerinin ölümünü beklemeleri, bir alternatif olarak hürriyete kavuşma yolu olarak öünümüze çıkmaktadır. Yani köle eğer kadın ise o zaman efendisi ile cimâ edecek ve bir çocuk dünyaya getirecektir. Daha sonra da efendisinin ölümünü bekleyecektir.
Sözün kısası İslam hukuku hürler ve köleler olmak üzere iki ayrı hukuktur ve kölenin hürriyetine kavuşması neredeyse imkansızdır.
Konuya bir de hadisler açısından bakalım.
Kütüb-i Sitte : Ağacı Ve Köleyi Satmak bölümü
Hadis No : 0379
Ravi: İbnu Ömer
Tanım: Hz. Peygamber (sav)'ın şöyle sölediğini işittim: "Kim döllemesi yapılmış bir hurmalık satarsa (bir başka rivayette satın alırsa) bunun meyvesi satana aittir. Satın alan kendisinin olacak diye şart koşmuşsa o hariç (bu durumda meyve müşterinindir). Kim de bir köle satarsa, kölenin malı satanındır, burada da satın alan "benim olacak" diye şart koşmuşsa o hariç, bu takdirde kölenin malı varsa müşterinin olur."
Kaynak: Buhari, Büyu 90, 92, Şürb 17, Şürüt 2; Müslim, Büyu 77, (1543); Muvatta, Büyu 9 (2, 617); Tirmizi, B
Açıkça bu hadiste de kölenin malı olsa dahi satıldığı anda malı onun olmaktan çıkar. Alıcı ile satıcı arasındaki antlaşmaya bağlı olarak efendisinin ya da yeni-efendisinin olacaktır. Bu haliyle "kölenin malı efendisinin malıdır" demek yeterlidir.
Kütüb-i Sitte: Alım-Satımı Caiz Olmayan Eşyalar Hakkında
Hadis No : 0232
Ravi: İbnu Ömer
Tanım: Hz. Ömer (ra) buyurdu ki: "Efendisinden çocuk doğuran cariyeyi efendisi artık satamaz, hibe edemez, miras olarak da bırakamaz. Hayatta kaldığı müddetçe ondan istifade eder. Ölecek olursa cariye hür olur."
Kaynak: Muvatta, Itk 6, (2, 776)
Yukarıda bahsettiğimiz durumun hadis kaynaklarından birisi. İslam fıkıhı Kuran-sünet ve hadis üzerine binâ edilir ve hiç değişmeyen ilahi normlar oluşturur.
Kütüb-i Sitte: Hayvan Vs. İle İlgili Teferruat
Hadis No : 0322
Ravi: Cabir
Tanım: Bir köle gelerek Hz. Peygamber (sav)'a hicret etmek üzere biat etti, Resulullah (sav) onun köle olduğunu sezemedi. Arkadan efendisi onu aramaya geldi. Resulullah (sav) ona: "Onu bana sat" buyurdu ve köleyi iki siyah köle mukabilinde satın aldı."
Kaynak: Müslim, Musakat 123, (1602); Tirmizi, Siyer 36, (1596); Ebu Davud, Büyu 17, (3358); Nesai, Bey'a 66,
Bu da Muhammed'in köle alım-satımına delil teşkil eden bir hadis. Bir mümin köle karşılığı iki müşrik veya gayri müslüm köle. Daha da ötesi bu hadis Kütüb-i Sitte'de "Hayvanlar vs. ile ilgili teferruat bölümünde" yer alıyor.
Kütüb-i Sitte :Ayıp Sebebiyle Malı Geri Vermeye Dair
Hadis No : 0376
Ravi: Ukbe İbnu Amir
Tanım: Resulullah (sav) buyurdu ki: "Kölenin müddeti üç gündür. Şayet müşteri, bir hastalığa rastlarsa, herhangi bir delil ibraz etmeden köleyi satana geri verir. Üç günden sonra hastalığa rastlarsa, bu hastalığın, satın aldığı zamana ait olduğu hususunda delil ibraz etmesi gerekir."
Kaynak: Ebu Davud, Büyu 72, (3506)
Bu hadis de kölenin aynı bir eşya gibi değerlendirilişine tipik bir örnek. Bir emtia-eşya da kusur olması gibi kölede de hastalık veya kusur olabilir. Bu durumda da tabii ki, ticaret hukukunu kapsamı içindedir.
Görüleceği gibi İslam'da bırakın köleliğin kaldırılmasını bilakis kölelik apayrı bir fıkıhsal düzenlemeye tâbi tutularak kurumsallaştırılmıştır.
İslam tarihi boyunca köleliğin adeta şaha kalkmasının sebebi onun kurumsallaştırılarak adeta kökleştirilmiş olmasındandır.
Daha da beteri, bu kurumsallaştırılma "ilahi" olduğu söylenen hükümler gereği yapılmış ve bu yüzden de kaldırılması neredeyse imkansız hale getirilmiştir.
Sözün kısası, İslam uygarlıkları tarihte her döneminde (Osmanlı imp. dahil) köle uygarlıkları olmuştur.
15 Şubat 2007
FELSEFEDE TANRI KAVRAMI
Biyolojik açidan diger canlilardan farkli olmayan insanoglunun temel niteliklerinden birisi dünya-içeriligidir. Bu yetisi ile, nesneleri simgesel olarak dönüstürür ve dis dünyayi bir bilinç varligi haline getirerek, bir evren tasarimina yönelir. Bu durumda ise iki gerçekligin içinde yasar. Birisi fiziksel gerçeklik digeri de kültürel gerçekliktir. Bu nedenle insan, organik yasamin sinirlarini asan bir canli olarak, farkli bir varlik alanina açilir. Iste bu noktada da varolusunun özünü, yarattigi bu kültürel evrenin içerisinde kurar ve tanri kavramini orada bulur. Sonuç olarak olusturdugu bu "simgeler evreni" içerisinde zihinsel edinimlerde bulunan insan, inandigini bilir, bildigine de inanir. Bu durum ilk bakista bir paradoks olarak gözükebilir ancak unutulmamalidir ki inanç "anlamak için inaniyorum" diyebilen Agustinus gibi birçok düsünüre göre bilmenin baslangicini olusturan ilk basamaktir. Öyleyse inançla bilgiyi arayan insan hem nesnel hem de simgesel evrenindeki yolculugunda bilgiyi anlamaya çalismis, ona ulasmak istemistir. Iste bu bilgi arayisi da felsefi düsüncenin ortaya çikmasina uygun zemini hazirlamistir.
Bilgelik sevgisi anlamina gelen "philosophie" Yunanca bir kelimedir ve insanin hakikate ulasmak için çaba göstermesi anlamina gelmektedir. Felsefenin bu metafizik disiplinin yaninda, öteden beri, bir de "ahlak" disiplini bulunur. Metafizik varolani bilmek ister. Ahlak ise olani degil olmasi gerekeni arastirir. Kisaca söyle de denilebilir: Evrenin kaynagini bilmek isteyen teorik felsefenin yaninda, bir de insanin yürüyecegi yolu gösteren pratik felsefe yani ahlak vardir. Ancak felsefenin iki ana prensibi olan metafizik ve ahlakin yaninda bir üçüncü disiplini daha bulunmaktadir: bu da "Mantik" tir. Mantik dogru olan bilginin bilimidir. Metafizik ve ahlakta dahil her bilgi mutlaka hakikate ulasmak ister ve her bilim sürekli olarak dogru bilginin pesindedir. Burada ise kaçinilmaz bir sekilde "hakikat nedir ve nasil elde ederiz" problemi ortaya çikmaktadir. Iste felsefede, sözü edilen bu ana problemlerden olusan bir dokumaya benzemektedir.
Ilk felsefi yaklasimlar Brahma dininin Rigveda denilen en eski bölümlerinde bile karsimiza çikmaktadir. Rigveda da "Tanrilar ve insanlar yokken bu evrende acaba ne vardi" sorusu sorulmaktadir. Bu türden düsünceler ilk felsefi açiklamalar olarak kabul edilebilir. Fakat felsefe nerede ve ne zaman baslamistir sorusunun cevabi esasinda felsefenin kurallarindan dolayi belki de söyle verilebilir: "Insan nerede kendi düsüncesiyle dogmalara karsi bir reaksiyon göstermis ve inancin disina çikmak gereksinimini duymussa, o anda orada felsefi düsünce, saf ve gerçek anlamda baslamis olur" Iste bu yüzden insanligin bilinen kültür tarihinin baslangicini olusturan Sümer, Misir ve Hint felsefeleri kendini hiçbir zaman dogmalardan soyutlayamamis ve bir tür rahip felsefeleri olarak kalmistir. Kendisini bu anlamda soyutlayarak tamamen bilimsel bir biçimde gelisebilen ilk felsefe ise, Misirdan geometriyi, babilden astronomiyi almis oldugu gibi ussal düsünce tarihinin öncesinden etkilenmis olmasina ragmen, yine de eski "Yunan" felsefesidir denilebilir.
Iste bu Çaglarda yasayan ve bir din yenilikçisi olarak taninan Ksenofanes (M.Ö.575-490), daha 100 yil geçmeden kökleri Homer ve Hesiod'a kadar inen antik Ege Mitolojisinin tanri kavrami ile savasir ve Tanrilarin insanlastirildigini söyler. Bir yazisinda Homer'den sikayet bile eder. Çünkü Homer tanrilara insanlarin çirkin ve kötü davranislarini yüklemistir. Ksenofanes Tanri kavramina ahlaki bir temel kazandirmak ister. Ayrica o tanrilarin insan biçiminde tasarlanmasina da karsidir. Ona göre Tanri birdir, her seyi görür, her seyi isitir, degismez, ölümsüzdür ve soyut gücü ile evrendeki tüm davranislari ve degisimleri düzenler. Ksenofanes bu düsünceleri ile daha sonralari Eflatun ve Aristo'daki tanri kavraminin da hazirlayicisi olmustur. Görüldügü gibi Ksenofanes monoteisttir. Ancak ondaki monoteizm Hiristiyanlik ve Müslümanliktan farklidir. Çünkü onun tanri kavrami ayni zamanda panteisttir. Yani tanri bir yaratici olmayip evren ile özdestir, evrene esittir.
Eserlerini özellikle güç anlasilacak biçimde yazan Efesli Heraklit ise ilk kez rastlanan önemli bir düsünüse ulasir. Heraklit, "görünüs evreni" ile "gerçek evren"in birbirinden ayirma gerekliliginden bahseder. Görünüs evreni duyularimizla algiladigimiz evrendir. Bu evrenin gerisinde gizlenen gerçek evren ise ancak akil ile kavranilabilecek bir olgudur. Bu yüzden de ona göre her zaman akla uymali ve duyumlarimizin bizi aldatmasina kendimizi kaptirmamamiz gerekmektedir. Bu evrendeki sonsuz degisimler içinde tek sabit kalan sey, bu degisimleri yöneten yasadir. Heraklitde de panteist yaklasim vardir ancak o Ksenofanes'in aksine, Tanrinin degismeyen sabit bir varlik degil, evrendeki tüm degismelerin düzenleyici yasasi oldugunu savunur.
Ksenofanes'in kurdugu Elea okulunun ünlü temsilcilerinden olan Parmenides ise Heraklit ile ciddi görüs ayriliklarina düsmüstür. Bu durum felsefedeki ilk ve bilinçli görüs çatismasi olarak kabul edilmektedir. Parmenides, evren konusundaki düsüncelerini yalnizca akil yolu ile elde etmeyi deneyen ilk düsünürdür. O felsefe tarihinin ilk rasyonalist filozofudur. Parmenides felsefesinin temeline "Varlik varliktir, yokluk yokluktur" kuramini yerlestirmistir. Ona göre varolmayan bir seye var demeye kalkismak çeliskilidir ve bu konuda Herakliti de açiktan suçlamistir. Aslinda her iki düsünür gerçek evreni akil yolu ile kavradigimiz evren olarak görmüslerdir. Ancak iki evrenden hangisinin gerçek oldugu konusunda birbirlerinden kesinlikle farklidirlar. Parmenides'e göre aldatici olan degisme halinde bulunan evrendir. Degismeyen, sabit duran ve bir olan evren gerçek evrendir. Iste bu "BIR" tanridir yada tanri ile özdestir.
Ikinci dönemin önemli filozoflarindan olan Anaksogoras ise "bir kaostan nasil oldu da bir kozmos olustu" sorusunu sormus ve Evrendeki düzeni olusturan sebepleri arastirmistir. Ona göre nasil bir tas yiginindan ev, bir çamur yiginindan heykel olusamazsa, kaosta kozmosa kendiliginden dönüsemez. Bunun için bir plana göre çalisan yaratici zekaya gereksinim vardir. Anaksagoras evrenin bir tür mimari olarak degerlendirdigi bu güce "Nus" adini vermistir. Ona göre Nus bir tanridir. Yalniz, onun Tanrisi, sadece Evrenin bir mimari ve yapicisi olup, yaraticisi degildir. Nus bir vurus ile evreni olusturmus ve sonra sahneden çekilerek evrenin olusunu kendi haline birakmistir (Deizm). Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüsle veya teolojik yaklasimla açiklayanlarin ilki sayilir. Bu durum ise, evrenin baslangicindan günümüze kadar belli bir amaç dogrultusunda hareket ettigini
kabul etmek demektir.
Demokrit ise teolojik görüsün ziddi bir evren açiklamasinin tipik temsilcisidir. Çok ünlü bir sözü vardir: "Bu evrenden iki seyi kaldirmak gerekir, onlarda amaç ve rastlanti'dir" Demokrit kendisine kadar olan filozoflarin en maddecisi(materyalisti)dir. Çünkü ona göre gerçek, madde olan atomlardan olusur.
Sofistlerde (M.Ö. 500) özellikle insan konusuyla ilgilenmislerdir. Onlara göre simdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarli bir anlayis elde edememistir. Sofistlere göre: "Ne kadar filozof varsa, evrenin yapisi hakkinda o kadar görüs vardir" Sofistlerin en ünlülerinden olan Protagoras daha da ileri gitmis ve "Tanrilar var mi yok mu bilemeyiz" demistir. Onun çok ünlü bir kuralinin oldugu söylenir. "Insan her seyin ölçüsüdür" . Protagoras için tümel bir gerçek yoktur. Olsa olsa her insanin kendisine ait inançlari vardir. O halde her görüsün karsiti olabilir ve hangisinin dogru oldugunu göstermek için tek yol vardir. Bu da karsidakini inandirabilme gücüdür. Iste hitabet bu noktada asil olandir. Nitekim sofistler gramer bilimini ilk kez ortaya koyanlardir.
Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli asamasina ulasmistir. Bundan sonraki felsefe akimlarinin en önemli konusu erdem ve erdemin nitelikleri olmustur. Sokrat temelde dindar bir insandir. O yasamin yüksek bir gücün kontrolünde olduguna saglam bir inanç ve bilinçle inanir. Içinden gelen sese "benim diamon'um" diyerek o kutsal gücün disinda degil içinde oldugunu belirtmistir. Onun mutluluga verdigi cevap kendisiyle gösterebildigi uyumu, erdeme verdigi cevap ise bilgidir. Peki öyleyse "bilgi" nedir. Ona göre bu noktada önemli olan disariyi yani evreni bilmek degil insanin kendi kendini bilmesidir. Belki de bu yüzden Sokratin egitim metodolojisinde ve olusturdugu diyaloglarda nihai bir son yoktur. Sorular sonu olusturur ve sentez kisinin kendisine birakilir. Sokrat'in yolunu takip eden sonraki düsün akimlari da "kendini bil" varsayimini rehber edinmislerdir.
Kendisini Sokratin mantiksal devami sayan Eflatun (Platon M.Ö 427-347)içinse iki evren vardir. Bu iki evren gerçek evrendir. Biri; sürekli var olan ve yok olan, algilanabilen, nesnelerin sürekli degismek zorunda oldugu evren; ötekisi baslangici ve sonu olamayan idelerin ya da ideallerin evreni. Eflatun'a göre bilmek, ideler evrenini ve bu evrende hüküm süren yasalari tanimaktir. Duyular evrenini de ancak ideler evrenine katildigi ölçüde bilmek mümkündür. Eflatundan sonra Yunan felsefesinin klasik dönemindeki ikinci büyük düsünürü olan Aristo (M.Ö 384-322) iki bin yil boyunca bati uygarligina hakim olmus ve dönemin temel görüslerini olusturmustur. Ona göre bilmek, objeleri tek tek tanimak olmayip, bu objeleri bir de "genel bir kavram altinda toplamak" demektir. Eflatunun tersine, Aristo'ya göre genel kavramlar tek objelerin kendisinde gizlidir. Aristo'nun deyimiyle doga yada canli güç "bir mimardir" çünkü doga yaratabilendir. Bu benzetmenin aslinda özel bir anlami da vardir; ki o da mimarin belli bir plan ve amaca göre çalismasindan dolayidir.
Romali Philon (M.Ö 25-M.S.50?) ise Platonun idelerini "Tanrinin ruhunda gizli olan" seklinde yorumlamistir. Philon, Platocu felsefeyle Tanrinin elçisi olan Musa'nin hermetik kökenli ögretisini birlestirmis ve böyle bir denemeyle din ile felsefeyi ayni potada eritmek istemistir (yeni Eflatunculuk). Bu girisim daha sonralari üç semitik din içinde benimsenip irfan yada gnosis ögretisi olarak yer almistir. Hermetik ögretinin Philon sonrasi döneminde Ibrani kabalasi yaziya dökülmüstür. Ayrica bu dönem, Museviligi oldugu kadar Islam Tasavvufunu da derinden etkilemis, özellikle Ibn-Arabi, varlik birligi yada vahdet-i vücut kurami ve yöntemiyle hem
felsefe, hem de tasavvuf da önemli bir etki olusturmustur.
Antik Ege uygarliginin ardindan felsefe, genelde yeni dünya dini Hiristiyanligin etkisi altina girmistir. Bu dönemde felsefenin islevi, dinin dogmalarini temellendirmek ve savunmak olmustur. Antik çagin iki düsünürü Platon ve Aristotelesin düsünceleri bir yandan resmi ideolojiye dönüsürken, diger yandan da ilginç bir sekilde yasaklanmistir. Orta çagdaki bu Skolastik felsefe anlayisi, tek ve asil gerçegin Tanri oldugunu, Dünyanin ise gerçek olmayan bir gölge oldugu savini egemen kilmistir. Dolayisiyla dogmalar, tanrisal düsüncenin mantiksal sonuçlaridir. Bir baska deyisle inanç akilla dogrulanmalidir. Dönemin düsünürlerinden Scottus Eriugena'ya (833-880) göre tanri real töz yani asil gerçekliktir. Olgusal ve evrenseldir. St. Anselmus (1033-1109)'un "Monologion" adli yapitinda Tanri, adalet, iyilik, bilgelik ve mutlulugun kendisidir. Gerçek üstüne (De Veritate) adli yapitinda ise Tanrinin varliginda yogunlastigini ve birlige ulastigini ileri sürmüs, çoklukta tekligin bulundugunu ortaya atmistir. Aquino'lu Thomas'a göre ise Tanrinin düsünceleri en son olgusal nesnelerin kendileridir ve bu durumda Tanri kendinde gerçekliktir. Fakat Thomas'a cevap çok geçmeden Iskoçyali Duns Scotus (1224-1274)'dan gelmistir; "Felsefenin araci olan us, vahiyle gelen Tanri bilgisini dogrulayamaz". Iste bu tutum Tanribilimi'ni yada Teolojiyi bir "bilim" olmaktan çikarmis ve skolastik dönemin kapanisini hazirlamistir. Bu durum ise Tanribilimin ussal verilerle temellendirilme çabalarinin basarisiz kalisinin kabulü anlamina gelmis ve Yeniçag yada Rönesans'in ussal ve bilimsel düsünceyi öne çikardigi dönemin baslamasina neden olmustur.
Bu dönemde Descartes "Kuskulandigim hiç bir sey gerçek degildir, ancak kuskulaniyor olmamdan kuskulanamam, bunun için kusku düsüncemin kaynagidir" diyerek, ilk gerçek düsüncenin "kusku edimi" oldugu sonucuna varmistir (Septizm). Ona göre kusku üzerine kuskulanmak bilinçlenmektir. Bilinçlenmis kusku ise özünde bir elestiridir ve giderek yargilari olusturur. Kant ise kuramsal usun elestirisinde, gerçegin yalnizca fenomenler düzeyinde bilinebilecegi sonucuna varmis ve ancak böyle bir bilginin güvenilir oldugunu ileri sürmüstür. Ona göre bundan ötesi metafiziktir ve inancin konusu olur.
Hegel'de elestirinin elestirisini yapar ve elestiriyi asmak için senteze gitmek gerektigini söyler. Ona göre bir nesneyi bilmek, onun olus süreçlerini, bir kavrami bilmek ise onun kültür süreçlerini bilmektir. Akil ile doga, ya da bilen ile bilinen özdestir, çünkü her ikisi de akildir ve ayni yasalarla devinirler. Iste bu nedenle, aklin dis dünyayi kavramasi aslinda kendini kavramasi, kendini bilmesidir. O halde gerçek ussal olandir ve ussal olan da gerçektir. Bu söylem ise su sonucu dogurur; "Algilarimiz, tasarimlarimiz ve kuramlarimiz nesnel gerçege uygun olduklari oranda hakikat olurlar"
Rönesans'la baslayan teolojiden arinma ugrasisi, Aydinlanma sürecinde felsefenin yeniden kendi bagimsizligini kazanmasiyla sonuçlanmistir. Deistlerle birlikte ortaya çikan sekülerizm ise 16.yy'da Romantik deistlerin elinde dinsel yasamin elestirisine dönüsmüstür. Onlar tanrinin yalniz akil yoluyla bilinebilecegini söylemislerdir. Aydinlanmanin içeriginde "insan nedir" sorusuna verilen yanitlar ise Hümanizm, akilcilik ve evrenselcilik evrelerini ortaya çikartmistir.
Felsefe ile teoloji arasindaki problem, aslinda farkli tasarimlarin sonucunda olusan tanri kavramlarinin çatismasi degildir. Kuralci inanan ile filozofun din üzerine farkli seyler söylemeleri; tanri kavramina farkli bakmalarindan degil, insanin tanri ile iliskisini nasil yapilandiracagina dairdir. Felsefe tanriya aklin yetileri içinde bakmaya çalisir. Kimi zaman bilgiyi anlamak için inanci sorgular, kimi zaman ise bilgiyi sorgulayarak bilinçli bir inanci arzular. Kisacasi özünde felsefe tanriyi istemektedir.
Görülecegi gibi Antik Ege (Grek) felsefesinin temel problemleri bugünde felsefenin temel problemlerini olusturmaktadir. Insan hala bir yandan evren karsisindaki konumunu belirlemeye çalisirken; bir yandan da, kamusal yasam içinde birey olarak varligini tanimlayip, varolusunu anlamlandirmaya çalismaktadir. Referanslari nereden alirsa alsin, kavramlari kuran gene insan zihnidir. Iste bu zihin sorulari sorabilmis olmasina ragmen tüm çaglarda süregelen o arayisina devam etmekte ve yanitlari hala aramaktadir.
Bilgelik sevgisi anlamina gelen "philosophie" Yunanca bir kelimedir ve insanin hakikate ulasmak için çaba göstermesi anlamina gelmektedir. Felsefenin bu metafizik disiplinin yaninda, öteden beri, bir de "ahlak" disiplini bulunur. Metafizik varolani bilmek ister. Ahlak ise olani degil olmasi gerekeni arastirir. Kisaca söyle de denilebilir: Evrenin kaynagini bilmek isteyen teorik felsefenin yaninda, bir de insanin yürüyecegi yolu gösteren pratik felsefe yani ahlak vardir. Ancak felsefenin iki ana prensibi olan metafizik ve ahlakin yaninda bir üçüncü disiplini daha bulunmaktadir: bu da "Mantik" tir. Mantik dogru olan bilginin bilimidir. Metafizik ve ahlakta dahil her bilgi mutlaka hakikate ulasmak ister ve her bilim sürekli olarak dogru bilginin pesindedir. Burada ise kaçinilmaz bir sekilde "hakikat nedir ve nasil elde ederiz" problemi ortaya çikmaktadir. Iste felsefede, sözü edilen bu ana problemlerden olusan bir dokumaya benzemektedir.
Ilk felsefi yaklasimlar Brahma dininin Rigveda denilen en eski bölümlerinde bile karsimiza çikmaktadir. Rigveda da "Tanrilar ve insanlar yokken bu evrende acaba ne vardi" sorusu sorulmaktadir. Bu türden düsünceler ilk felsefi açiklamalar olarak kabul edilebilir. Fakat felsefe nerede ve ne zaman baslamistir sorusunun cevabi esasinda felsefenin kurallarindan dolayi belki de söyle verilebilir: "Insan nerede kendi düsüncesiyle dogmalara karsi bir reaksiyon göstermis ve inancin disina çikmak gereksinimini duymussa, o anda orada felsefi düsünce, saf ve gerçek anlamda baslamis olur" Iste bu yüzden insanligin bilinen kültür tarihinin baslangicini olusturan Sümer, Misir ve Hint felsefeleri kendini hiçbir zaman dogmalardan soyutlayamamis ve bir tür rahip felsefeleri olarak kalmistir. Kendisini bu anlamda soyutlayarak tamamen bilimsel bir biçimde gelisebilen ilk felsefe ise, Misirdan geometriyi, babilden astronomiyi almis oldugu gibi ussal düsünce tarihinin öncesinden etkilenmis olmasina ragmen, yine de eski "Yunan" felsefesidir denilebilir.
Iste bu Çaglarda yasayan ve bir din yenilikçisi olarak taninan Ksenofanes (M.Ö.575-490), daha 100 yil geçmeden kökleri Homer ve Hesiod'a kadar inen antik Ege Mitolojisinin tanri kavrami ile savasir ve Tanrilarin insanlastirildigini söyler. Bir yazisinda Homer'den sikayet bile eder. Çünkü Homer tanrilara insanlarin çirkin ve kötü davranislarini yüklemistir. Ksenofanes Tanri kavramina ahlaki bir temel kazandirmak ister. Ayrica o tanrilarin insan biçiminde tasarlanmasina da karsidir. Ona göre Tanri birdir, her seyi görür, her seyi isitir, degismez, ölümsüzdür ve soyut gücü ile evrendeki tüm davranislari ve degisimleri düzenler. Ksenofanes bu düsünceleri ile daha sonralari Eflatun ve Aristo'daki tanri kavraminin da hazirlayicisi olmustur. Görüldügü gibi Ksenofanes monoteisttir. Ancak ondaki monoteizm Hiristiyanlik ve Müslümanliktan farklidir. Çünkü onun tanri kavrami ayni zamanda panteisttir. Yani tanri bir yaratici olmayip evren ile özdestir, evrene esittir.
Eserlerini özellikle güç anlasilacak biçimde yazan Efesli Heraklit ise ilk kez rastlanan önemli bir düsünüse ulasir. Heraklit, "görünüs evreni" ile "gerçek evren"in birbirinden ayirma gerekliliginden bahseder. Görünüs evreni duyularimizla algiladigimiz evrendir. Bu evrenin gerisinde gizlenen gerçek evren ise ancak akil ile kavranilabilecek bir olgudur. Bu yüzden de ona göre her zaman akla uymali ve duyumlarimizin bizi aldatmasina kendimizi kaptirmamamiz gerekmektedir. Bu evrendeki sonsuz degisimler içinde tek sabit kalan sey, bu degisimleri yöneten yasadir. Heraklitde de panteist yaklasim vardir ancak o Ksenofanes'in aksine, Tanrinin degismeyen sabit bir varlik degil, evrendeki tüm degismelerin düzenleyici yasasi oldugunu savunur.
Ksenofanes'in kurdugu Elea okulunun ünlü temsilcilerinden olan Parmenides ise Heraklit ile ciddi görüs ayriliklarina düsmüstür. Bu durum felsefedeki ilk ve bilinçli görüs çatismasi olarak kabul edilmektedir. Parmenides, evren konusundaki düsüncelerini yalnizca akil yolu ile elde etmeyi deneyen ilk düsünürdür. O felsefe tarihinin ilk rasyonalist filozofudur. Parmenides felsefesinin temeline "Varlik varliktir, yokluk yokluktur" kuramini yerlestirmistir. Ona göre varolmayan bir seye var demeye kalkismak çeliskilidir ve bu konuda Herakliti de açiktan suçlamistir. Aslinda her iki düsünür gerçek evreni akil yolu ile kavradigimiz evren olarak görmüslerdir. Ancak iki evrenden hangisinin gerçek oldugu konusunda birbirlerinden kesinlikle farklidirlar. Parmenides'e göre aldatici olan degisme halinde bulunan evrendir. Degismeyen, sabit duran ve bir olan evren gerçek evrendir. Iste bu "BIR" tanridir yada tanri ile özdestir.
Ikinci dönemin önemli filozoflarindan olan Anaksogoras ise "bir kaostan nasil oldu da bir kozmos olustu" sorusunu sormus ve Evrendeki düzeni olusturan sebepleri arastirmistir. Ona göre nasil bir tas yiginindan ev, bir çamur yiginindan heykel olusamazsa, kaosta kozmosa kendiliginden dönüsemez. Bunun için bir plana göre çalisan yaratici zekaya gereksinim vardir. Anaksagoras evrenin bir tür mimari olarak degerlendirdigi bu güce "Nus" adini vermistir. Ona göre Nus bir tanridir. Yalniz, onun Tanrisi, sadece Evrenin bir mimari ve yapicisi olup, yaraticisi degildir. Nus bir vurus ile evreni olusturmus ve sonra sahneden çekilerek evrenin olusunu kendi haline birakmistir (Deizm). Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüsle veya teolojik yaklasimla açiklayanlarin ilki sayilir. Bu durum ise, evrenin baslangicindan günümüze kadar belli bir amaç dogrultusunda hareket ettigini
kabul etmek demektir.
Demokrit ise teolojik görüsün ziddi bir evren açiklamasinin tipik temsilcisidir. Çok ünlü bir sözü vardir: "Bu evrenden iki seyi kaldirmak gerekir, onlarda amaç ve rastlanti'dir" Demokrit kendisine kadar olan filozoflarin en maddecisi(materyalisti)dir. Çünkü ona göre gerçek, madde olan atomlardan olusur.
Sofistlerde (M.Ö. 500) özellikle insan konusuyla ilgilenmislerdir. Onlara göre simdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarli bir anlayis elde edememistir. Sofistlere göre: "Ne kadar filozof varsa, evrenin yapisi hakkinda o kadar görüs vardir" Sofistlerin en ünlülerinden olan Protagoras daha da ileri gitmis ve "Tanrilar var mi yok mu bilemeyiz" demistir. Onun çok ünlü bir kuralinin oldugu söylenir. "Insan her seyin ölçüsüdür" . Protagoras için tümel bir gerçek yoktur. Olsa olsa her insanin kendisine ait inançlari vardir. O halde her görüsün karsiti olabilir ve hangisinin dogru oldugunu göstermek için tek yol vardir. Bu da karsidakini inandirabilme gücüdür. Iste hitabet bu noktada asil olandir. Nitekim sofistler gramer bilimini ilk kez ortaya koyanlardir.
Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli asamasina ulasmistir. Bundan sonraki felsefe akimlarinin en önemli konusu erdem ve erdemin nitelikleri olmustur. Sokrat temelde dindar bir insandir. O yasamin yüksek bir gücün kontrolünde olduguna saglam bir inanç ve bilinçle inanir. Içinden gelen sese "benim diamon'um" diyerek o kutsal gücün disinda degil içinde oldugunu belirtmistir. Onun mutluluga verdigi cevap kendisiyle gösterebildigi uyumu, erdeme verdigi cevap ise bilgidir. Peki öyleyse "bilgi" nedir. Ona göre bu noktada önemli olan disariyi yani evreni bilmek degil insanin kendi kendini bilmesidir. Belki de bu yüzden Sokratin egitim metodolojisinde ve olusturdugu diyaloglarda nihai bir son yoktur. Sorular sonu olusturur ve sentez kisinin kendisine birakilir. Sokrat'in yolunu takip eden sonraki düsün akimlari da "kendini bil" varsayimini rehber edinmislerdir.
Kendisini Sokratin mantiksal devami sayan Eflatun (Platon M.Ö 427-347)içinse iki evren vardir. Bu iki evren gerçek evrendir. Biri; sürekli var olan ve yok olan, algilanabilen, nesnelerin sürekli degismek zorunda oldugu evren; ötekisi baslangici ve sonu olamayan idelerin ya da ideallerin evreni. Eflatun'a göre bilmek, ideler evrenini ve bu evrende hüküm süren yasalari tanimaktir. Duyular evrenini de ancak ideler evrenine katildigi ölçüde bilmek mümkündür. Eflatundan sonra Yunan felsefesinin klasik dönemindeki ikinci büyük düsünürü olan Aristo (M.Ö 384-322) iki bin yil boyunca bati uygarligina hakim olmus ve dönemin temel görüslerini olusturmustur. Ona göre bilmek, objeleri tek tek tanimak olmayip, bu objeleri bir de "genel bir kavram altinda toplamak" demektir. Eflatunun tersine, Aristo'ya göre genel kavramlar tek objelerin kendisinde gizlidir. Aristo'nun deyimiyle doga yada canli güç "bir mimardir" çünkü doga yaratabilendir. Bu benzetmenin aslinda özel bir anlami da vardir; ki o da mimarin belli bir plan ve amaca göre çalismasindan dolayidir.
Romali Philon (M.Ö 25-M.S.50?) ise Platonun idelerini "Tanrinin ruhunda gizli olan" seklinde yorumlamistir. Philon, Platocu felsefeyle Tanrinin elçisi olan Musa'nin hermetik kökenli ögretisini birlestirmis ve böyle bir denemeyle din ile felsefeyi ayni potada eritmek istemistir (yeni Eflatunculuk). Bu girisim daha sonralari üç semitik din içinde benimsenip irfan yada gnosis ögretisi olarak yer almistir. Hermetik ögretinin Philon sonrasi döneminde Ibrani kabalasi yaziya dökülmüstür. Ayrica bu dönem, Museviligi oldugu kadar Islam Tasavvufunu da derinden etkilemis, özellikle Ibn-Arabi, varlik birligi yada vahdet-i vücut kurami ve yöntemiyle hem
felsefe, hem de tasavvuf da önemli bir etki olusturmustur.
Antik Ege uygarliginin ardindan felsefe, genelde yeni dünya dini Hiristiyanligin etkisi altina girmistir. Bu dönemde felsefenin islevi, dinin dogmalarini temellendirmek ve savunmak olmustur. Antik çagin iki düsünürü Platon ve Aristotelesin düsünceleri bir yandan resmi ideolojiye dönüsürken, diger yandan da ilginç bir sekilde yasaklanmistir. Orta çagdaki bu Skolastik felsefe anlayisi, tek ve asil gerçegin Tanri oldugunu, Dünyanin ise gerçek olmayan bir gölge oldugu savini egemen kilmistir. Dolayisiyla dogmalar, tanrisal düsüncenin mantiksal sonuçlaridir. Bir baska deyisle inanç akilla dogrulanmalidir. Dönemin düsünürlerinden Scottus Eriugena'ya (833-880) göre tanri real töz yani asil gerçekliktir. Olgusal ve evrenseldir. St. Anselmus (1033-1109)'un "Monologion" adli yapitinda Tanri, adalet, iyilik, bilgelik ve mutlulugun kendisidir. Gerçek üstüne (De Veritate) adli yapitinda ise Tanrinin varliginda yogunlastigini ve birlige ulastigini ileri sürmüs, çoklukta tekligin bulundugunu ortaya atmistir. Aquino'lu Thomas'a göre ise Tanrinin düsünceleri en son olgusal nesnelerin kendileridir ve bu durumda Tanri kendinde gerçekliktir. Fakat Thomas'a cevap çok geçmeden Iskoçyali Duns Scotus (1224-1274)'dan gelmistir; "Felsefenin araci olan us, vahiyle gelen Tanri bilgisini dogrulayamaz". Iste bu tutum Tanribilimi'ni yada Teolojiyi bir "bilim" olmaktan çikarmis ve skolastik dönemin kapanisini hazirlamistir. Bu durum ise Tanribilimin ussal verilerle temellendirilme çabalarinin basarisiz kalisinin kabulü anlamina gelmis ve Yeniçag yada Rönesans'in ussal ve bilimsel düsünceyi öne çikardigi dönemin baslamasina neden olmustur.
Bu dönemde Descartes "Kuskulandigim hiç bir sey gerçek degildir, ancak kuskulaniyor olmamdan kuskulanamam, bunun için kusku düsüncemin kaynagidir" diyerek, ilk gerçek düsüncenin "kusku edimi" oldugu sonucuna varmistir (Septizm). Ona göre kusku üzerine kuskulanmak bilinçlenmektir. Bilinçlenmis kusku ise özünde bir elestiridir ve giderek yargilari olusturur. Kant ise kuramsal usun elestirisinde, gerçegin yalnizca fenomenler düzeyinde bilinebilecegi sonucuna varmis ve ancak böyle bir bilginin güvenilir oldugunu ileri sürmüstür. Ona göre bundan ötesi metafiziktir ve inancin konusu olur.
Hegel'de elestirinin elestirisini yapar ve elestiriyi asmak için senteze gitmek gerektigini söyler. Ona göre bir nesneyi bilmek, onun olus süreçlerini, bir kavrami bilmek ise onun kültür süreçlerini bilmektir. Akil ile doga, ya da bilen ile bilinen özdestir, çünkü her ikisi de akildir ve ayni yasalarla devinirler. Iste bu nedenle, aklin dis dünyayi kavramasi aslinda kendini kavramasi, kendini bilmesidir. O halde gerçek ussal olandir ve ussal olan da gerçektir. Bu söylem ise su sonucu dogurur; "Algilarimiz, tasarimlarimiz ve kuramlarimiz nesnel gerçege uygun olduklari oranda hakikat olurlar"
Rönesans'la baslayan teolojiden arinma ugrasisi, Aydinlanma sürecinde felsefenin yeniden kendi bagimsizligini kazanmasiyla sonuçlanmistir. Deistlerle birlikte ortaya çikan sekülerizm ise 16.yy'da Romantik deistlerin elinde dinsel yasamin elestirisine dönüsmüstür. Onlar tanrinin yalniz akil yoluyla bilinebilecegini söylemislerdir. Aydinlanmanin içeriginde "insan nedir" sorusuna verilen yanitlar ise Hümanizm, akilcilik ve evrenselcilik evrelerini ortaya çikartmistir.
Felsefe ile teoloji arasindaki problem, aslinda farkli tasarimlarin sonucunda olusan tanri kavramlarinin çatismasi degildir. Kuralci inanan ile filozofun din üzerine farkli seyler söylemeleri; tanri kavramina farkli bakmalarindan degil, insanin tanri ile iliskisini nasil yapilandiracagina dairdir. Felsefe tanriya aklin yetileri içinde bakmaya çalisir. Kimi zaman bilgiyi anlamak için inanci sorgular, kimi zaman ise bilgiyi sorgulayarak bilinçli bir inanci arzular. Kisacasi özünde felsefe tanriyi istemektedir.
Görülecegi gibi Antik Ege (Grek) felsefesinin temel problemleri bugünde felsefenin temel problemlerini olusturmaktadir. Insan hala bir yandan evren karsisindaki konumunu belirlemeye çalisirken; bir yandan da, kamusal yasam içinde birey olarak varligini tanimlayip, varolusunu anlamlandirmaya çalismaktadir. Referanslari nereden alirsa alsin, kavramlari kuran gene insan zihnidir. Iste bu zihin sorulari sorabilmis olmasina ragmen tüm çaglarda süregelen o arayisina devam etmekte ve yanitlari hala aramaktadir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)